1 Temmuz 2007

Sarı Lira





Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya, içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen.Yüreğim bavulunu toplamış çoktan; ruhum sırtlamış çantasını.”Uzaklar” çekiyor içimdeki seyyahın tasmasını. Marianne Faithfull sanki şarkı değil, derdimin nedenini söylüyor radyoda. “Saçlarında ılık rüzgarla / spor bir araba sürerek, Paris`e hiç gitmediğini / 37 yaşında fark etti. Buket Uzuner, yaşamaya geldiği hayatin anlamsızlığını 37`nci yas gününde idrak eden bir kadının öyküsünü anlatıyor. “Karayel Hüznü”nde...

Bıkkın kadın, doğum gününün sabahında, büyük boy bir beyaz kağıda kırmızı rujla şu notu yazıp bırakıyor evdekilere:

“Bugün benim doğum günüm/Değişiklik olsun diye bu kez/ size domuz kanında nefis bir çorba hazırladım/Içine de zehir kattım/Ben Alpler`e gidiyorum/ Çünkü 37 yaşıma girdim ve hala Alp Dağları`na gidemediğimi ayrımsadım/Kalırsam, asla gidemeyeceğimi anladım/Kalırsam düşlerimi, arzularımı hep ertelemek zorunda kalacağımı da.../hoşçakalın”.

“Yaşamak değil/Beni bu telaş öldürecek” dediği gibi şairin; o telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgârlara taratmayı saçlarımızı, sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz... Gözümüz saatte söyleştik hep, konuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. Hep yetişilecek bir yerler vardı, aranacak adamlar, yapılacak işler... Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı; başkalarının hayatı bizimkini aştı. Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine, kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesi ile uyanma düşlerini ha babam erteledik. 20`li yaşlardayken 30`lara kurduk saatin alarmını, 30`larimizda 40`lara, belki sonra 50`lere...

Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, artık uyku girmez oluyor gözlerinize... Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda... Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; vakti gelip sandıktan çıkardığınızda birde bakıyorsunuz ki, tedavülden kalkmış...

Jorge Luis Borges`in derlediği Babil kitaplığında Papini`nin “Ödenmeyen Gün” adli bir öyküsü vardır. Güzel bir prensesin başından geçenleri anlatır: 22 yaşındayken bu prensese bir beyefendi sürpriz bir teklifle gelir. Hasta kızı için gençlik yılları aradığını söyler ve “Bana gençliğinizden bir yıl ödünç verirseniz, ömrünüz sona ermeden onu gün gün size geri ödeyeceğim” der. Prenses henüz o kadar gençtir ki, cömertçe gözden çıkarır bir yılı; ödünç verir beyefendiye... 23 yerine 24 yaşına basar o yıl yaş gününde... Yıllar yılı hatırlamaz verdiği borcu... Ancak ne zaman ki 40 yasini aşar ve o dillere destan güzelliği bozulmaya yüz tutar;arar beyefendiyi ve 365 günlük alacağını tek tek tahsil etmeye başlar. Özellikle balo günleri, bütün çizgileri yok olmuş bir yüzle ve körpe bir bedenle girer salonlara...

Gece odasına sızmayı başaran âşıkları, gece yarısından sonra yüzünün nasıl kırıştığını hayretle gözlerler... Her gençleşmenin ardında uyanış anı daha acı verici olur. Çünkü yaşı ilerledikçe, o hali ile 23 yaşı arasındaki fark daha da açılır. Fark açıldıkça “bir gün, bir saat, bir an olsun” gençlik aşısını tatmak daha güzel gelir. Ancak sayılı gün çabuk geçer. Kalan günlerini hoyratça harcayan prenses, geri isteyebileceği sadece bir günü kaldığını fark eder. “Bir günlük ışık, sonra sonsuza dek karanlık...”

Ateşli bir sevgilinin bütün bedenini okşaması için o tek günü özenle saklar. Bu son yaşam parasını harcamak için çılgınca bir istek duysa da kıyamaz bir türlü... Nihayet evine gelip, öyküsünü dinleyen ve dizlerine kapanarak gençliğinin son gününü kendisiyle geçirmesi için yalvaran bir adamın teklifini kabul eder. “O gün” geldiğinde adam, en şık elbisesi ve titreyen yüreğiyle açar bahçe kapısını... Kadının villasına girer, iki kişilik hazırlanmış masada mumların yandığını görür. Bir süre bekledikten sonra meraklanıp prensesin kapısını tıklatır. Yanıt gelmeyince açıp girer. Dört bir yana savrulmuş görkemli giysilerle dolu odada prenses aynanın karşısında bir kanepeye uzanmıştır. Yüzü bembeyazdır. Gençliğinin dönmesini beklerken son nefesini vermiştir prenses... Adam bu ani ölümün nedenini yerde bulduğu mektupta okur. Satırlar borçlu beyefendiye aittir: “Soylu prenses!... Size borçlu olduğum son gençlik gününü geri veremeyeceğim için çok üzgünüm. (..) En derin bağlılığımla...” Erikler, kirazlar çileklerle çıkageldi mi Haziran, pupa yelken kıpırdanır içim... Saçlarını ılık rüzgârlar salıp uzak başkentlere spor arabalar süren coşkulu kadınların şarkılarını dinlerim Haziran`da...

Ardında veda mesajları bırakarak hep ertelediği düşlerin peşi sıra yüksek dağlara tırmanan öfkeli kadınların öykülerini okurum ve geleceğe ödünç verdiğim yaşanmamış günlerimin yasını tutarım sessiz sedasız. Yaşam... O hepimize borçlu olan hergele, öder inşallah bir gün hesabını... Yaşarız ertelediklerimizi, “gençliğimizin son günü” çalınmadan elimizden…


Can Dündar

Hiç yorum yok: