28 Temmuz 2007

Paris'te Son Osmanlılar Mediha Sultan ve Damat Ferit




Hıfzı Topuz
REMZİ KİTABEVİ

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından başlayarak yirminci yüzyılın başına kadar gelen bir dönemde padişahlık rejimine karşı Türk aydınlarının verdiği mücadelerin ve Batılılaşma çabalarının anlatıldığı Paris'te Son Osmanlılar'da, Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade Sezai, Ali Suavi gibi ünlü yazar ve gazetecilerin yaşamlarından, politik mücadelelerinden kesitler verilirken, Abdülmecit'in kızlarından Mediha Sultan'ın aşkları, evlilikleri ve çileli hayatı gözler önüne seriliyor.SİTE:www.kitapyurdu.com

Çamlıca'nın Üç Gülü




Hıfzı Topuz
REMZİ KİTABEVİ

"Biz Çamlıca'nın üç gülüyüz,
Aşk bahçesinin bülbülüyüz,
Dillerde gezer söyleniriz,
Gamsız yaşarız eğleniriz..."
Yesârî Âsım Arsoy'un bu ünlü şarkısına konu olan Çamlıcalı üç kız kardeş, Milli Mücadele yıllarında İstanbul'daki gizli direniş örgütleriyle işbirliği yapmışlar; İngilizlerden ve Fransızlardan önemli bilgiler sızdırarak, düşman kontrolünde bulunan silah depolarının boşaltılıp Anadolu'ya silah sevk edilmesinde görev alarak direnişe büyük katkıda bulunmuşlardır.
Hıfzı Topuz, romanında bu üç genç kızın gizli kalmış heyecan dolu yaşamlarını ve aşklarını gün ışığına çıkarıyor. Anılara ve belgelere dayanarak kaleme aldığı romanda yazar, Çamlıcalı kızların yaşadıklarından yola çıkarak, Kurtuluş Savaşı'nın çok az değinilen yeraltı örgütlerini ve ajanlarını, gerçek bir halk hareketinin unutulmuş kahramanlarını anlatıyor.SİTE:www.kitapyurdu.com

Meyyale




Hıfzı Topuz
REMZİ KİTABEVİ

Hıfzı Topuz'un çeşitil belgelerden, sandıklarda saklanan aile mektuplarından ve Pertevniyal Valide Sultan'ın 1880'lerde dikte ederek yazdırdığı "Sergüzeştname"sinden yola çıkarak kaleme aldığı bu tarihsel romanda, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü sırasında yaşanmış olan bazı olaylar anlatılıyor.
Romanda, Ruslar'ın Kafkasya'ya saldırıları sırasında, 40 günlük bebekken annesiyle birlikte İstanbul'a getirilen ve Saray'da Pertevniyal Valide Sultan'ın yanında büyüyen Ubıh kökenli Meyyale'nin önce besteci Nevres Paşa, sonra da vezir Hasan Hilmi Paşa ile evlilikleri, Saray'da yaşanan gizli bir aşk serüveni, cariyelerin ve haremağalarının çileleri sergileniyor.
Pertevniyal Valide Sultan'ın 117 yıl boyunca gizli kalan ve Hfızı Topuz tarafından ortaya çıkarılan anıları, o dönemin siyasi entrikalarını, Abdülaziz'in devrilmesi ve intiharını, Abdülhamit dönemindeki günümüzü aratmayan yolsuzlukları, baskı ve işkenceleri, yargısız infazları, şeriatçıların devrimlere ve Batılı eğitime karşı direnişlerini aydınlatıyor.

Taif'te Ölüm




Hıfzı Topuz
REMZİ KİTABEVİ

Mithat Paşa, Batı'daki aydınlanma düşüncesi, Fransız Devrimi ve özgürlük mücadelesinden etkilenmiş bir avuç aydınla birlikte, beş yüz yıllık bir imparatorluğun artık köhnemiş zihniyetini değiştirmeyi ve çağdaş bir yönetim anlayışı getirmeyi amaçlamaktadır.
Sultan Abdulhamit, Meşrutiyeti ilan etme sözüyle tahta geçmiştir. Ama asıl niyeti başkadır. Giderek artan baskıcı bir yönetimle bütün ipleri eline almaya ve kendine karşı çıkan sesleri susturmaya kararlıdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş arifesinde bu iki güç karşı karşıya gelecek ve Türk tarihinin en gerilimli mücadelesini yaşayacaklardır.
Taif'te Ölüm, çöken bir imparatorluğun çağdaşlaşma sancılarını son derece akıcı bir dille anlatırken, dönemin baş aktörlerinin bireysel trajedilerini de başarıyla gözler önüne seriyor.
Romanı okurken, Mithat Paşa'nın siyasal-bireysel yaşamının, dostluklarının ve aşklarının yanı sıra, günümüzdeki demokrasi savaşının tarihimizdeki kökenlerine ve bugünün siyasal ayak oyunlarına taş çıkartan saray entrikalarına da tanık olacaksınız.

Ölü Erkek Kuşlar




İnci Aral
EPSİLON YAYINLARI

"Kıran Resimleri'nin kronikçisi bu kez duygusal ilişkilerin 'resmi olmayan tarihi'ni yazıyor. Gene müthiş bir nesnellik, yalınlık, gözlem gücü ve ayrıntı zenginliği ile başı sonu belli, yapısı, dili, dengeleri iyi kotarılmış bir romanla gündeme geliyor. İnci Aral'ın Ölü Erkek Kuşlar'ını edebiyat dostları okusunlar isterim. Sadece o ünlü "aşk üçgeni"nden ötürü değil, yazarın bizi kendi çocukluğumuza götüren derin kazılarını değerlendirebilmek için."

- Onat Kutlar-
(Cumhuriyet / 21 Şubat 1992)
"İnci Aral, hayatın yavanlığını, sıradan evliliklerin tekdüzenliğini, sıradışı ilişkilerin uçurumlarını etkili tablolar halinde sunmayı başarıyor. Anlatımındaki ustalık, bu ilk romanında deneyimli bir yazarlık geçmişini sık sık duyumsatıyor. Ölü Erkek Kuşlar özellikle kurgusu ve üslubuyla başarılı bir roman."
- Gürsel Aytaç-
(Gündoğan Edebiyat / 1993)
"İnci Aral, Ölü Erkek Kuşlar'la kendi külliyatını sanatsal açıdan aşarak, Cemal Süreya'nın onunla ilgili olarak günlüklerinde belirttiğ gibi, 'Türkçe'nin gizlerini tutan önemli bir yazar' konumuna gelmiştir. Ölü Erkekler Kuşlar'ı sınırlarını ve kendini tanımak isteyen herkesin okuması bir gereklilik olmuştur."
- Melih Nasır-

İçimden Kuşlar Göçüyor



İnci Aral
EPSİLON YAYINLARI

"İçimden Kuşlar Göçüyor, İnci Aral'ın kendisini bir yandan olgun bir kadın, diğer yandan coşku dolu bir genç kız olarak hissetmesinden kaynaklanan çelişkileri, geriye dönerek ve yaşamını sorgulayarak dile getirdiği bir anı-romandır. Orta yaşın eşiğinde geçirdiği bedensel ve ruhsal değişimler geçmişiyle hesaplaşmaya iter yazarı. Ölüm karşısında kendini bir bekleme anı olarak görürken titreyen sesi, kadınlık bilincinin tarihine duyduğu öfkeyi dile getirirken güvenli ve onurlu bir sese dönüşür. Aral, İçimden Kuşlar Göçüyor'de baskıların ortak anılarıyla dolu kadın belleğini dile getirir ve okuyucuya sunduğu resimler bütün bir kadınlık tarihini oluşturur."
Hivren Demir/Edebiyat ve Eleştiri/Eylül 1999
"İçimden Kuşlar Göçüyor bir anı roman.... Bir solukta okunan bir anlatı. İnci Aral'ın geldiği noktada böylesi bir anlatıyı yazmaya yönelmesi 'ilginç' olmanın ötesinde gerekli gibiydi. (...) Yazarın, bir tür yaşamın ve yazın düşün dünyasının yansılarını, iç hesaplaşmalarını, biçimlenen yazın evreninin izlerini görebileceğimiz bir anlatı... Ama derinlikleri de olan."
Feridun Andaç/Adam Öykü/Mart 2002SİTE:www.kitapyurdu.com

25 Temmuz 2007

Tanios Kayası



Yazar: Amin Maalouf
Çevirmen: Işık Ergüden

Amin Maalouf'tan (1993'te yayınladığımız ilk iki romanı) Afrikalı "Leo ve Semerkant"tan sonra, yine bir Doğu öyküsü. Mehmet Ali Paşa'lı yılların Mısır'ı. Güzelliğini çarmıh gibi taşıyan bir kadın: Lamia. Lamia'nın gölgesine sığındığı bir şeyh: Francis. Yasak aşk meyvesi bir oğul: Tanios. Başka bir kadın: Esma. Bir serüven ve sadakat romanı... Yazara ünlü "Goncourt" ödülünü getiren kitap ilk kez dilimizde.


TADIMLIK

Doğduğum köyde, kayaların bir adı vardır. Gemi kayası denileni, sonra Ayı Kafası denileni, Tuzak, Duvar ve de İkizler, Gülyabani denilenleri vardır. Bir de Asker Taşı diye anılanı... birlikler asileri kovalarken bu taşın altında pusuya yatarlarmış; buradan daha saygın, daha efsanevi bir başka yöre yoktur. Yine de çocukluk günlerimin geçtiği bu yerleri hayal ettiğimde, gözümün önüne bir başka kaya gelmektedir. Heybetli bir koltuğa benzeyen, kalçaların oturduğu yer çukurlaşmış ve eskimiş, yüksek bir arkalığı ve iki yanından sarkan kolları olan bir kaya. Bir insan adını taşıyan tek kayadır bu: Tanios Kayası!

Bu taştan tahtı uzun süre gözledim ama yanaşmaya hiçbir zaman cesaret edemedim. Bu, tehlikeden korktuğum için değildi, köyde, kayalıklar arasında oynardık ve küçük bir çocukken bile, benden büyüklere, kayaların en tehlikeli yerlerinden kafa tutardım. Tek silahımız ellerimizle, ayaklarımızdı, ama çıplak tenimizle kayanın çıplaklığını kavradık mı hiçbir güç buna direnemezdi.

Hayır, beni tutan, düşme korkusu değildi. Bir inanış, verilen bir sözdü. Bu sözü, ölümünden birkaç gün önce dedeme vermiştim: "Bütün kayalara evet, ama asla buna yanaşma!" Diğer çocuklar da, tıpkı benim gibi uzak dururlardı, aynı boş inançlı korku yüzünden! Onlar da, terlemiş bıyıkları üzerine parmaklarını koyarak yemin etmişler ve aynı açıklamayı almış olmalıydılar: "Kayaya Tanioskiçk denir. Gelip bu kayanın üzerine oturmuştu. Onu bir daha görmediler."

O pek çok yerel öyküye konu olmuştu ve onu her zaman çok merak etmiştim. Bildiğim kadarı ile, Tanios, Antoine'ın, ya da Antoun'un, ya da Antonios'un, Mtanos'un, Tanos'un ya da Tannous'un bir başka şekliydi. Ama ne diye ucuna şu gülünç "kiçk" eklenmişti? Dedem bunu anlatmak istemedi. Bir çocuğa söylenebilecek kadarını söylemeyi yeğledi: "Tanios, Lamia'nın oğluydu. Ondan söz edildiğini duymuşsundur. Bu çok zaman önceydi, ben bile doğmamıştım. Babam da doğmamıştı. O tarihlerde, Mısırlı paşa, Osmanlılara karşı savaşıyordu ve atalarımız bunun çok acısını çekmişlerdi. Özellikle, Patriğin ölümünden sonra. Onu tam şurada, köyün girişinde vurdular, İngiliz konsolosunun tüfeği ile..." Dedem bana cevap vermek istemediğinde, böyle konuşurdu kesik kesik cümleler söylerdi, bir yol tarif eder gibi, sonra bir ikincisini, bir üçüncüsünü, ama hiçbirini uzatmazdı. Gerçek hikâyeyi öğrenmem için, aradan yılların geçmesi gerekti. Lamia adını bildiğime göre, ipin esaslı ucunu tutuyorum demekti. Zaten ülkede, bu adı hepimiz biliyorduk, iki yüz yıldan beri tekrarlanan bir nakarattı: "Lamia, Lamia, güzelliğini saklama!"

Günümüzde bile, delikanlılar köy meydanında toplandıklarında, oradan çarşafa bürünmüş bir kız geçecek olsa "Lamia, Lamia..." diye başlarlardı. Bu açık bir iltifat olurdu ama bazen de acımasız bir alay!

Bu delikanlıların çoğu ne Lamia'yı, ne de bu sözler ardındaki dramı bilirlerdi. Annelerinden-babalarından, veya ninelerinden-dedelerinden duyduklarını tekrarlarlar ve bazen, tıpkı onlar gibi ellerini, bugün artık oturulmayan bir şatonun yıkıntıları görülen sırtlara doğru sallarlardı.

Bu, önümde birkaç kere tekrarlanan hareket yüzünden, Lamia'yı o yüksek duvarların ardında güzelliğini saklayan bir prenses olarak hayal ederdim. Zavallı Lamia, onu mutfakta çalışırken, ya da yalınayak, elinde bir testi, başında bir örtü ile görseydim, onu prensese pek benzetemezdim.

Hizmetçi de değildi. Bugün, artık hakkında daha çok şey biliyorum. Önce, her birini ayrı ayrı sorguya çektiğim köyün ihtiyarları sayesinde! Yirmi yıl önceydi, bugün, biri dışında, hepsi öldü. Adı Cebrail, dedemin bir kuzeni, bugün doksan altı yaşında. Onun adını veriyorsam, yaşama ayrıcalığına sahip olduğundan değil, ama yerel tarihin bir meraklısı olarak, onun tanıklığının hepsinden üstün olmasından! Saatlerce karşısında oturur onu seyrederdim. Saçsız ve kırışık başının altında, kocaman burun delikleri, ve kalın dudakları vardı. Onu bu yakınlarda görmedim, ama hep o güven verici havası ve bozulmamış hafızası olduğu söyleniyor.

Tanios'un, bir masal kahramanından çok, gerçekten yaşamış biri olduğunu Cebrail sayesinde öğrendim. Kanıtları sonra, yıllar sonra ortaya çıktı. Şansım yaver gidip, gerçek belgeler elime geçince...

Doğunun Limanları



Yazar: Amin Maalouf
Çevirmen: Saadet Özen


"Adana'da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi. Ama bu bile dehşetti. Yüzlerce ölü. Belki de binlerce." Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu ve Beyrut ile Fransa arasında yaşamı sürüklenen İsyan. "Doğunun Limanları" bu yüzyılın başını, bir insanın trajik tarihinin içinden anlatıyor.


TADIMLIK

Grubun dışında kimsenin, eylemlerimden kuşkulanmadığından emindim. Ancak bir gün, son sayıyı almak için Ballon d'Alsace birahanesine gittiğimde, jandarmanın bira kamyonunu sardığını gördüm. Askerler gidip geliyor, gazete tomarlarını taşıyorlardı. birahane, çınar ağaçları ile çevrili bir meydana bakıyordu ve patron, güzel havalarda dışarıya masalar koyardı. Meydana altı küçük sokaktan çıkılırdı. Gerekli bir önlem olarak, her zaman aynı sokaktan gelmezdim. O gün, birahaneye bir hayli uzak bir sokaktan gitmiş ve neler olup bittiğini zamanında görebilmiştim. Dümdüz yürümeye devam etmiş, önce yavaş, sonra hızlı daha sonra da koşarak yoluma devam etmiştim. İçimde korkudan başka, başarısız olmanın verdiği üzüntüden başka, bir de suçluluk duygusu vardı. Böyle durumlarda bu her zaman hissedilir ama bende hafif bir duygudan öte bir şeydi. Jandarmaların dikkatini çeken ve peşine düştükleri ben miyim, birahanedeki gizli yerin ortaya çıkması benim yüzümden mi diye durmadan düşünüp duruyordum. Neden ben? Çünkü birkaç hafta önce beni endişelendiren ama daha sonra üzerinde durmadığım bir olay olmuştu. Bir öğleden sonra, evden çıktığımda, nöbet tuttuğu açıkça belli olan bir jandarma ile burun buruna geldim; beni görünce allak bullak olmuş, merdivenin altına saklanmaya kalkışmıştı. Önce merak etmiş, dikkatli olmam gerektiğini düşünmüş ama sonra omuzlarımı silkmiş, bu olaydan ne Bruno'ya ne Bertrand'a söz etmiştim. Oysa şimdi vicdan azabı çekiyordum. Bu gerçek bir işkenceydi. O gün, birahaneden uzaklaşınca, oturduğum semte yöneldim, Montpellier'de adına "Yumurta" denilen Komedi Alanı'nın yanıbaşına... Ama doğrusu bu muydu? Aslında, üç türlü hareket edebilirdim: hemen yok olabilir, gara gidip ilk trene atlar, yakalanmaktansa bilinmeyen bir yere gidebilirdim. Soğukkanlılıkla odama gider, tehlikeli olabilecek her kâğıdı yok eder, kimse beni ihbar etmeyecek ümidiyle normal yaşamıma dönebilirdim. Bir de orta yol vardı: odama gider, düzene sokar, ihtiyacım olabilecek birkaç parçayı yanıma alır, ev sahibi Madam Berroy'a arkadaşlarımın beni sayfiyeye davet ettiklerini söyler, bu da aniden yok oluşumla ilgili kuşkuları dağıtmış olurdu. Bu sonuncusunu seçtim. Panik ile güven arası bir duyguyla. Yolda sağa sola sapmış, beni izlemiş olanların işlerini zorlaştırmak istemiştim...

Bir İmparatorluk Çökerken... Anılar



Yazar: Cahit Uçuk

Cahit Uçuk, anılarında, Selanik ve İstanbul'un ahşap konaklarındaki görkemli yaşamı, işgal yıllarını, ülkeyi kaplayan kara bulutların arasından yeni bir devlet kurmaya çalışan idealist insanların çabalarını ve unutulmuşluğu anlatıyor. Artık çarpıtılmaya yüz tutan yakın tarihimizin birinci elden tanıklığı. Cumhuriyet Türkiyesi'nin ilk kadın yazarlarından biri olan ve 60. yazı yılını kutlayan, Cahit Uçuk'un anılarında anlattığı sadece onun değil, hepimizin geçmişi...


TADIMLIK

Geminin lüks mevkileri Enis Paşa ailesine tutulmuştu. Birinci mevkiler Paşa'nın himayesindeki memurlara, üçüncü mevkiler ise uşaklar, arabacılar seyisler, ağalar, ahçılar ve yamakları için ayrıltılmıştı. Yolculuğun daha ilk dakikalarında Enis Paşa Konağı'nın aşçıbaşısı Hasan Ağa, Hadiye'nin diktirdiği beyaz önlüğü ve uzun beyaz aşçı külahını başına geçirmiş, çırakları da mutfak giysilerini giymişlerdi. Vapurun mutfağına dalıp ilk önce orayı şartlamışlardı. Sonra vapur mutfağının kap kacağı, konaktan gelen mutfak araç gereçleriyle yer değiştirmiş ve ardından işbaşı yapılmıştı. İlk günün Türk ve Müslüman yemekleri bu biçimde ortaya çıkmıştı. İçinde haram bir nesne bulunmayan bu yemeklerin aktarıldığı sahanlar ve tabaklar, aşçıbaşı ve çırakları tarafından yemek salonun kapısına kadar getirilmişti. Orada sofracıbaşı ve halayıklar tarafından teslim alınıp servis edilmişti....

Bir Dinozorun Gezileri



Yazar: Mîna Urgan

Mîna Urgan Bir Dinozorun Anıları'nı yazarken kitabının bu kadar çok okunacağını hiç beklemiyor, "Benim gibi bir kocakarının hayatını kim merak eder ki..." diyordu. Ama öyle olmadı. Yüzbinlerce kişi bu ufak tefek, beyaz saçlı, sigara içen, cesur, komünist ve ateist olduğunu televizyon ekranlarında söyleyen İngiliz Edebiyatı profesörünün anılarını okudu ve kendiyle alay etmeyi bilen bu zeki kadını çok sevdi. Çünkü o, Türkiye aydınının sıcak ve zeki dilidir. Samimi bir düşünce sahibinin, aykırı da olsa, tüm kesimler tarafından kucaklanacağının kanıtıdır. Türkiye şimdi de onun yeni kitabı Bir Dinozorun Gezileri ile yeryüzünde keyifli ve uygar bir yolculuk yapacak. "Dinozorca" yani az parayla, tadını çıkarmayı ve insanları tanımayı hedefleyerek yapılmış bu gezileri gülümseyerek okuyacak, okurken düşünecek, yeryüzünü ve kendini tanıyıp öğrenecek, sevecek.


TADIMLIK

İlk mavi yolculuğuma 1963'te gittim. Otuz iki kişi, Kuşadası'ndan, Macera adlı, büyük, ama köhne bir tekneye bindik. Gece yarısından sonra yola çıktık. Zâten geceleri rüzgâr kesildiğinden, ancak geç saatlerde denize açılırdık her zaman. Gelgelelim bu ilk yolculuğumda rüzgârın kesildiği falan yoktu. Tam tersine öyle bir fırtına vardı ki, güvertede açık havada yatan bizler, dalgalar üstümüzden geçtiği için, sırılsıklam oluyorduk geceleri. Çalkalana çalkalana, nerdeyse batacak durumlara gelerek, birkaç günde, perişan bir halde Bodrum'a vardık. Beni deniz tutmadığı için, herkesten daha az perişandım. (Ancak bir tek kez, lodoslu havada Büyükada'dan Karaköy'e geçerken deniz tutmuştu; ama yanımdaki hiç obur olmayan ve dehşetler içinde lokmalarımı sayan beye göre, tam on yedi tane midye dolması yemiştim öğle yemeğinde.) Neyse, o deniz yolculuğunda midye dolması gibi şeyler yemediğimden deniz tutmadığı için, herkesten daha az perişandım. Ama ıslak battaniyelerin altında buz kesen ayaklarım, tekneye binmeden önce gittiğimiz Efes'in ılık mermerlerini özlemişti. O mermerler öyle pürüzsüzdür ki, onlara ayakkabıyla basmaya kıyamadığım için, yalınayak gezmiştim Efes'te. Yolculuğumuzun bu kötü başlangıcı bizleri yıldırmadı. O sıralarda dünyalar güzeli bir yer olan Bodrum'a varır varmaz, aslan kesildik hepimiz. Bu arada yolculuğa Kuşadası'ndan başlamanın yanlış olduğunu; Gökova'ya gitmek için Bodrum'dan, Fethiye Körfezi'ne gitmek için de Marmaris'ten yola çıkmak gerektiğini anladık. Bana kalırsa, gerçek bir mavi yolculuk Bodrum'dan başlamalı, Antalya'da, hattâ Alanya'da bitmeli. Gelgelelim böyle bir gezi bir aydan fazla süreceğinden para ve zaman açısından pek olası değil. Üstelik Yedi Burunlar sorunu var. Çok fırtınalı bir denizde, sulara uzanan sipsivri kayalıklara çarpabilirsiniz her an. Bu yüzden de, deniz tutan yolcular da, kaptanlar da pek yanaşmazlar oralardan geçmeye. Ama bunu göze alırsanız, o güzel Patara kumsalına varırsınız. Varınca da başka bir sorunla karşılaşırsınız. Çünkü Patara'nın önü açık denizdir. Sığınıp demir atabileceğiniz bir koy yoktur. Bu yüzden, Patara'ya, Kalkan'dan karayoluyla gitmeyi herkes yeğ tutar. Biz de ancak bir iki kez denizden gidebildik oraya. Tiyatrolu antik bir kent olan Patara, denizden sürekli gelip kıyıya yığılan kumların oluşturduğu tepelerle doludur. O kum tepelerinin altında nelerin gömülü olduğu pek bilinmez.

20 Temmuz 2007

SÖZÜN ÖZÜ

Bırakın herkes önce kendini tanısın. Bu bilgiyi kazanması için, bırakın acı çeksin,komşusunda yargıladığı başarısızlıkları kendisi yaşayıp ders alsın, kendi hatalarımızı ne kadar da kolay kabulleniriz, hatalarımızı görmezden gelir, umutlarımızı yok etmesine göz yumarız. Ah, fakat, aynı hatayı bir başkası yaptığı zaman, ne kadar da acımasız davranırız. Tek başınıza kaldığınız anlarda, yaptıklarınızı hiç düşünmez misiniz? Önce içinize bakın, taşlara şekil vermeye çalışmayın, siz kendiniz, kusursuz ve duru değilsiniz. Sizin örneğiniz her gün birilerine bir ders, herkesi aydınlığa çıkaracak bir ışık oluyor. Öyleyse, bugünden başlayarak önce kendinizi geliştirin. Yarın arkadaşlarınızı nasılsa geliştirirsiniz.(Philip Delamare)

İnsan bir çay poşetine benzer; sıcak suyun içine atana kadar rengini bilemezsiniz.
(Anonim)
Eğer rüzgarı değiştiremiyorsan yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Karadakiler atlattığın fırtınalar ile değil karaya gemiyi getirip getirmediğinle ilgilenir.(Anonim)
Dil ile düğümlenen diş ile çözülemez. (Kaşgarlı Mahmut)

KİTAPLIK

Bugünden itibaren bugüne kadar okuduğum kitapların özetlerini vermeye çalışacağım sizlere.Umarım beğenirsiniz..

Bir Dinazorun Anıları



Yazar: Mîna Urgan

İngilizce edebiyatı "duayenimiz" Mina Urgan "Bir Dinozorun Anıları"nda açıkyürekli, yalın ve naif bir dille anlatıyor; kendini, çevresindekileri ve bir coğrafyada olan biteni... Halide Edip, Necip Fazıl, Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Sait Faik, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Atatürk ve başka pek çok isimle zenginleşmiş bir ömrü..." Oğuz Atay'ı ayaküstü ve o kadar az gördüm ki, onunla ilgili ancak bir tek izlenim edindim: Koskocaman bir kediye benziyordu tıpkı. Çok kocaman ve çok güzel bir kediye öyle benziyordu ki, ona elimi uzatınca 'miyaaav' diyeceğini sandım. Miyavlayacağı yerde 'tanıştığımıza memnunum' deyince şaşırıp kaldım." Mina Urgan'ın anılarını bazen coşkuyla bazen buruklukla ama hep gülümseyerek okuyacaksınız.


TADIMLIK

Şimdiki o kocaman, kıpkırmızı, lezzetsiz ve kokusuz hormon çileklerine hiç benzemeyen, Arnavutköy ya da Osmanlı çileği denilen bir çilek türü vardı eskiden. Rengi beyaza yakın bir pembeydi, çok küçüktü ve mis gibi kokardı. Sınıf arkadaşım Emine Esenbel ile ben, okuldan kaçıp o çilek tarlalarına dalar, topraktan kopardığımız çilekleri toprağıyla birlikte avuç avuç yerdik. Bir defasında, tarlanın Arnavut bekçisi, mavzeriyle bizi kovalamıştı. Adam, okulun içine kadar girmişti. Biz en güvenilir yer olarak müdüre Miss Burns'ün yazı masasının altına saklanmıştık. Arnavut da peşimizden odaya dalmıştı. Biraz şaşırmakla birlikte serinkanlılığını koruyan Miss Burns, olanca azametiyle ayağa kalkınca, Arnavut bekçi mavzerini indirmiş, söylene söylene geri çekilmişti. Cezalandırılmıştık elbette. Zaten ben ikide birde cezalandırılırdım. Bir süre için okuldan uzaklaştırma cezasına "tardı muvakkat" denilirdi eskiden. Ama beni okuldan uzaklaştırmazlar, revire yatırırlar; kitaplarımı elimden alıp okumamı engellerler ve hastaymışım gibi, sadece lapalar, sulu çorbalar türünden diyet yemekleri verirlerdi. Bu cezalandırma yöntemi bile, koleji yönetenlerin psikoloji konusunda ne denli bilgili olduklarını kanıtlamaya yeter. Çünkü kitap okuyamamak benim açımdan cezaların en büyüğüydü. Üstelik, koleje yatılı girdikten sonra, iştahım da açılmıştı. Oysa daha önce, yani "acayiplik" dönemimde, yemekten nefret ederdim. Açlıktan ölmemem için, ancak yemeği kabul ettiğim yiyecekler verilirdi. Bu yüzden de şimdi mideme çok düşkün olan, hattâ "gourmet" geçinen ben, birçok güzel yemeği (örneğin zeytinyağlı enginarı, beğendiyi, ıspanaklı böreği, bamyayı, kerevizi, aşureyi vb.'yi) hâlâ ağzıma koyamam. Çocukluğumda yediğim sınırlı şeyleri de zorla yedirirlerdi bana. Yutmadan ağzımda biriktirir, bir avurtumdan ötekine geçirirdim. Biraz daha zorlarlarsa, kusardım. Nerdeyse her yemekten sonra kusmaya başlayınca, ağır hasta olduğum kanısına varan zavallı annem, şimdi adını anımsayamadığım o günlerin en ünlü çocuk doktoruna götürmüş beni. Doktor, iyice muayene ettikten sonra, beni odadan çıkarmış. "Bu çocuk hasta değil, düpedüz edepsiz" demiş çok haklı olarak. Kusmayı bir refleks haline getirdiğimi söylemiş. Annemin bu refleksi bana nasıl unutturacağını sorması üzerine, doktor, yemek yerken de, yemekten hemen sonra da oyalanmam gerektiğini, birkaç gün kusmazsam, refleksi yitireceğimi açıklamış. Annem, doktordan çıkınca, bir muhallebiciden, hoşlanmadığım - hâlâ hoşlanmam sütlü yiyeceklerden - tavukgöğsü almış, beni bir taksiye bindirmiş. Ve o sırada çift yönlü olan Beyoğlu caddesinde, bir yandan tavukgöğsünü ağzıma tıkarak, bir yandan da, "ay Mîna! Şuna bak! Ay Mîna! Buna bak!" diye dikkatimi başka şeylere çekerek, beni bir aşağı bir yukarı gezdirmiş. Bu gezintili yemekler, öğleyin ve akşam olmak üzere tam üç gün sürmüş. Sonra beni evde karşısına oturtmuş, dizleri arasında sıkıştırarak, yedirmeye başlamış. Kusmak için, yoğun çabalar yapar; ama refleksi yitirdiğim için, kusamazmışım bir türlü.

Afrikalı Leo



Yazar: Amin Maalouf
Çevirmen: Sevim Gündüz Raşa


Afrikalı Leo, gerçek bir yaşam öyküsünden çıkarılmış düşsel bir yaşam öyküsü: "Bir berberin sünnet ettiği, bir Papanın vaftiz ettiği" Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati alias/namı diğer Giovanni Leone de Medici'nin, Leo Africanus yani Afrikalı Leo'nun öz yaşam öyküsü yazmış olsaydı yazacağı gibi... Amin Maalouf, bu ilk romanında -daha sonra Semerkant, Tanios Kayası, Doğunun Limanları, ve öteki romanlarında da yapacağı gibi- tarihle/tarihten olağanüstü bir halı dokuyor. Bir uçan halı...


TADIMLIK

O yıl kutsal ay Ramazan yaz ortalarına rastlamıştı. Granada halkı günün sıcağında çabuk öfkeye kapıldığı için babam, çok seyrek olarak, gece basmadan önce sokağa çıkardı. Sık sık kavga olduğu için ağırbaşlı anlamlı bir yüz Tanrı'ya saygı işareti sayılırdı. Bunaltıcı sıcak altında, iç çatışmalardan bunalmış, dıştansa inançsızlarca tehdit altında bulunan bu kentte, ancak oruç tutmayan, ya da, Müslümanların yazgısıyla hiçbir ilgisi olmayan biri gülümseyebilir, veya dostça davranabilirdi. Ulu Tanrı'nın sonsuz kayrasıyla Ramazan'dan bir gün önce, Şaban ayının son günü doğmuşum. Annem Selma iyileşene değin oruç tutmayacaktı. Babam Muhammet'se, açlıkla geçen sıcak günlere karşın homurdanmıyordu. Çünkü, adını taşıyacak, bir gün silahlarını kuşanacak bir oğlu olmak her erkek için bir sevinç nedenidir. Dahası ben ilk oğuldum; kendisine Ebu'l Hasan (Hasan'ın babası) dendiği zaman göğsü kabarmış, eliyle bıyıklarını düzeltmiş, yukarıdaki odada benim yatmakta olduğum bölmeye bakarken iki elinin başparmaklarını sakalı arasında yavaşça gezdirmişti. Yine de babamın sevinci, annem Selma'nınki denli derin ve yoğun değildi. Annem bedensel olarak henüz güçsüzdü, sancıları kesilmemişti ama bütün bunlara karşın benim dünyaya gelişimle o da yeniden doğmuştu; çünkü ev halkı arasında birinci kadın durumuna yükselmiş, ayrıca önünde uzanan uzun yıllar boyunca babamın ilgisini sağlama almış oluyordu. Uzun yıllar sonra bana, doğuşumla birlikte korkularının, tümüyle silinmeseler bile gitgide azaldığını söylemişti. Babamla ikisi kardeş çocuklarıydılar; evlenmelerine daha onlar çocukken karar verilmişti. Evlendikten dört yıl sonra gebe kalmıştı Selma. Evliliğinin daha ikinci yılında çevresinde küçük düşürücü dedikodular yapıldığının ayırımına varmıştı. Bir gün Muhammet, satın aldığı, örgülü kara saçlı güzel bir kızla gelmişti. Askerler, Mursiya yakınlarına yaptıkları bir baskında ele geçirmişlerdi kızı. Babam kıza Verda adını vermiş, yukarı katta, iç avluya bakan bir odaya yerleştirmiş. Dahası onu, ut çalmayı, dansetmeyi ve yazmayı öğrenmesi için Mısırlı İsmail'e göndermekten söz etmeye başlamış. Tıpkı sultanların gözdelerini gönderdikleri gibi...

18 Temmuz 2007

Nilüfer - Aşk Kitabı

Nilufer Goreceksin Kendini

Turkey 1978

Nilüfer - Geceler

Nilüfer - Çok Uzaklarda

nilüfer - yemin ettim - konser

YAĞMUR



Yağmuru sevdiğini söylüyorsun
ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun


Güneşi sevdiğini söylüyorsun
ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun


Rüzgarı sevdigini söylüyorsun
Rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun


İşte bundan korkuyorum
Çünkü beni de sevdigini söylüyorsun

W.SHAKESPEARE

YAŞAR Ne YAŞAR Ne YAŞAMAZ





Annem masaya benim için bir tabak koymayı yine unutmuştu. Evde 5 kardeştik. Ben ortalarda bir yerdeydim. Ama annem ve babam 4 çocukları varmış gibi davranırlardı.

Nedense beni pek fark etmezlerdi. Çünkü, çok küçükken babam beni bir kere otobüste, bir kere de sinemada unutup gitmişti. Annem ise markette ya da pazar yerinde ya da beni alıp misafirliğe gittiği komşuda unuturdu. Yalnız annem değil komşular da beni fark etmezdi. Onlar da gidip yatarlardı. Unutulduğum komşu evinin bir köşesinde sabaha kadar oturduğum oldu. Pek konuşkan bir çocuk değildim. Aslında konuşmayı çok severdim ama kimse yüzüme bakıp benimle konuşmazdı ki... Ben de bir süre kendimle konuşmayı denedim ama hep aynı kişiyle konuşmanın hiçbir keyfi yokmuş. Ben de kendimle muhabbeti kestim.

*

Oysa herkesin beni fark etmesini çok isterdim. Ben geçerken başlarını benden yana çevirmelerini, gülümseyip ��Aaa Yalçın'a bak!�� demelerini ne çok özlerdim. Ama onlar rüyalarımda bile beni fark etmezlerdi. Rüyalarımda bütün olaylar başkalarının arasında geçer, ben bir köşede oturup olanı biteni seyrederdim.

Bir gün küçük kardeşim top oynarken düşüp dizini yaraladı. Eve hemen doktor çağrıldı. Doktor, uzun muayenelerden sonra kırık-çıkık olmadığını müjdeleyip kardeşimin dizine pansuman yaptı ve merhemler sürüp gitti.

Ben de ertesi gün bizim yüksek duvarın üzerinden yere atladım. Yarılmış kafamdan yüzüme akan kanlarla bir koşu anneme koştum. Annem patlıcan kızartıyordu.

��Anne ben tepe üstü duvardan düştüm, başım yarıldı. Beyin kanaması bile olabilir!�� dedim. Tabii bunları bir avaza ağlayarak söyledim. Annem de gözünü patlıcanlardan ayırmadan,

��Git kafanı yıka, biraz da buz koy geçer�� dedi. Geçti ama, geçene kadar tam bir hafta baş ağrılarıyla yatağımda ateşler içinde dönüp durdum.

*

Varlığımı pek fark etmiyorlardı ama yokluğumu belki fark ederlerdi. Birkaç gün boş yatağımı, yemek masasındaki boş sandalyemi görünce telaşa bile kapılabilirlerdi. En azından okuldan merak edip babamı çağırırlardı. En küçük kardeşime bu fikri açtım. Halen bir bebek olan Hasan elindeki çıngırağı kafama vurup,

��Gıybık!..�� dedi.

O gece evden kaçtım, günlerce parklarda ve inşaat molozlarının arasında sabahladım. Evden aldığım azık yetmediği için bir hafta pazar yeri artığı meyve ile beslendim. Açlık canıma tak deyince eve döndüm. Şu anda kimbilir kaç polis beni arıyordu? Annemin gözyaşları içinde bana sarılacağını, kardeşlerimin kıskançlık ve hasetlerinden çatır çatır çatlayacağını hayal ederek muzaffer bir kumandan edasıyla salonun ortasına doğru yürüdüm. İki bacağımı gerip göğsümü şişirerek bir avaza,

��Anne ben döndüm!�� dedim. Annem de Hasan'a örmekte olduğu hırkadan gözünü ayırmadan,

��İçeri girerken paspasa ayaklarını iyice sildin mi?�� dedi. Babam ise seyrettiği televizyondan başını kaldırmadan,

��Bak gördün mü ofsayt yokmuş. Erman Toroğlu bile öyle diyor. Yediler golümüzü namussuzlar!�� diye homurdandı. Kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp yatağıma gittim. Yatak bıraktığım gibi duruyordu.

*

Okulda görünmeyen adamlıktan kurtulup fark edilebilmek için kaç kere okulun Kara Mahmut cephesine posta koydum. Sıkı bir dayak yersem etraftan koşuşturup ayırırlar ve beni fark ederler diye... Ama Kara Mahmut'un anasına avradına düz gittiğim halde herif beni duymadı bile. Arkadaşlarıyla zamparalık muhabbetini sürdürdü. Ders zili çalınca da kıçlarını dönüp sınıflarına gittiler ve beni okul bahçesinde sap gibi yalnız bıraktılar.

Pek ders çalışmadığım halde okulu kazasız belasız bitirdim. Çünkü hiçbir öğretmenim fark edip de beni tahtaya kaldırmıyordu. Yazılılarda ise aşikár bir şekilde kopya çekiyordum. Ama kimse fark etmiyordu. Çünkü sınıfta da dönüp bana bakan yoktu.

*

Askerlikte de aşağı yukarı böyle geçti. Yalnız çok sert bir takım çavuşumuz vardı. Bir gün talimde paspallığımız, hantallığımız ve hanımevlatlığımız üzerine döşendi de döşendi. Ne yumuşaklığımız kaldı ne dönmeliğimiz... Ben de herifin gözünün merkezine baka baka elimi boru gibi yapıp ��Ciyuuurtt!�� diye bir ses çıkardım. Ardından da, ��Hattir laan!�� diye bağırdım. Çavuş birden delirdi. Zaten iri yarı biriydi. Delirince boyu adeta iki misli oldu ve yumrukları somun kadar büyüdü. Üstüme doğru bir koşu kopardı, sonra yanımdaki uzun boylu sarışın Karadenizli delikanlıyı ayağının altına alıp çiğnedi.

*

Evlilik yaşamım da pek farklı geçmedi. Çiçeklerime, şiirlerime hatta uğruna giyindiğim sarılı morlu gömleklere ve kırmızı pantolonlarıma rağmen sevdiğim kız da beni fark etmedi. Oysa kendime daha başka ne imajlar yapmıştım. Saçlarımı uzatıp bir atkuyruğu edinmiştim. Ya da kafamı toptan usturaya vurdurup suratımı ömürcek ağı gibi bıyıklar ve sakallarla kaplamıştım. Ne ettimse fayda etmedi. Hiç tanımadığım halde ailelerimizin kararıyla Lütfiye ile evlendim.

Lütfiye çok iyi bir kızdı. Bir kere bile kavga etmedik. Çünkü evde hiçe yakın konuşuyorduk. Bir kavga nedeni oluşması mümkünsüzdü. Arkadaşlarıyla konken oynarken bazen gözü bana takılır, yüzüme şaşkınlıkla bakardı.

��Aaa sen burada mıydı?��

��Hayır ben Malezya'daydım. Yeni geldim.��

��Hoşgeldin hayatım�� diye oyununa dönerdi. Bir oğlumuz oldu, çocuk kapıcı veya gazeteci dahil eve her gelen erkeğe, ��Babaa!�� diye koşturuyor ama bir tek bana bakıp baba demiyordu.

*

Kendimi göstermek için artık ne yapacağımı bilmiyordum. Bizim sınıftan biri filmci olmuştu. Yazıhanesine gittim,

��Yeni filminde bana bir rol ver. Ne olursa olsun. Yeter ki perdede görüneyim, 20 saniyecik bile olsa yeter�� dedim.

��Ama sen oyuncu değilsin ki!��

��Ben en star oyunculardan biriyim, işte ispatı�� deyip herifin masasına 10 bin dolar koydum. Sınıf arkadaşım da,

��Tüh, senin gibi büyük bir yeteneği ne halt edip de ıska geçmişiz! Salaklığımızı bağışla... Çekim salı sabahı 9'da�� deyip paraları çekmecesine koydu.

Rolüme deli gibi çalıştım. Hatta konservatuvardan hocalar tuttum. Rolümün olmadığı çekimlere bile gittim. Film gerçekten güzeldi ve çok tuttu. Filmde herkes vardı; sokaktaki, pazardaki, vapurdaki insanlar... Hatta turistler bile vardı. Ama bir tek ben yoktum. Benim olduğum sahnelerde yüzümü ya bir ağaç dalı ya da bir vazo kapatıyor, ya da enseden görünüyordum. Meğerse filmde ben meçhul bir katilmişim. Finalde de uzak plan Boğaz Köprüsü'nden aşağıya düştüm.

*

Artık ne yapacağımı çok iyi biliyordum. Televizyonlar Apo'yu, Usame Bin Ladin'i, Fehriye Erdal'ı ve bilumum katilleri defalarca gösteriyorlardı. Ama kendimi garantiye almak için lüks bir fotoğrafhaneye gidip 18x24 boyutunda bir fotoğraf çektirdim. Kendime hayran hayran bakıp resmi gömleğimin içine yerleştirdim. Sonra da Tahtakale'ye gidip oyuncak bir tabanca aldım.

*

Başbakan'ın arabası yaklaşırken yolun ortasına fırladım ve oyuncak kurşunları arabaya boşalttım. Tabii, Başbakan�ın koruma polisleri de beni keklik gibi vurdular. Ama olsun, bütün Türkiye televizyonlarda beni gösterecekti. Özellikle annem ve babam ��Aaa, o bizim Yalçın!�� diye beni fark edeceklerdi.

Yattığım yerden kameramanların koşuşturmalarını büyük bir keyifle beklemeye başladım. Hatta canımın yanmasına rağmen kolumu bacağımı oynatıp kendime kahramanca bir ölü pozu verdim. Bütün dünya beni resimlerimle tanıyacaktı. Fakat hıyar polisin biri, ��Aaa, bu cavlağı çekmiş!�� deyip üstüme bir gazete káğıdı örttü. Kameramanlar da gazeteyi çektiler.

*

Komiser Adnan, morgda tanınmaz haldeki yüzüme bakıp,

��Kimmiş bu herif?�� diye sordu.

��Göğsünde bir fotoğraf var, onu yayınlarsak öğreniriz komiserim.��

��Göster bakayım. Hımmm... Ama bu herifin fotoğraftaki yüzü silinmiş. Hiç görünmüyor!��

O fotoğraf için deve yüküyle para ödemiştim oysa. Namussuz fotoğrafçı aldığın paralar haram olsun!



Oğuz ARAL

17 Temmuz 2007

Sinead O'Connor "don't cry for me argentina"

Sinead O'Connor - Mandinka (1989 Grammy's)

Sinéad O'Connor - Troy (Pinkpop Festival 1988)

Seyyit Battal Gazi'nin Kabri




Zaman 1204 yıllarında, Anadolu Selçuklu'larının başında Sultan Alâeddin Keykubat'ın hükümran olduğu çağlardır.
Alâeddin Keykubat, son derece adil, aydın ve sevilen bir insandı. Annesi Ümmühan Hatun da, tıpkı oğlu gibi, adalette, cömertlikte, iyilikte kimsenin yarış edemeyeceği bir kadındı. Günlerden bir gün, bir rüya gördü. "Tasvir gibi güzel, Hamza gibi kuvvetli, Ali gibi heybetli" bir yiğit Ümmühan Hatun'a dedi ki:
"Ey Hatun! Ben O kişiyim ki Diyarı Rûm'u aldım, kâh karada, kâh denizde doksan yıl gazilik ettim. Sonunda Mesihiye kalesinde şehit oldum. Gel beni ziyaret et, Üzerime bir türbe yap!."
Ümmühan Hatun, rüyasını oğluna anlattı, Alâeddin Keykubat haznedarlarına emir verdi, ne lazımsa develere yükletildi. Sultan Hatun Mesihiye kalesine doğru yola çıktı.
Hacı Emre köyünden, kutluca Çoban o devirlerde harap bir halde bulunan Mesihiye kalesi çevresinde koyunlarını otlatırdı. Çoğu çobanlar gibi uyanık gönüllü, keşfi açık, nasipli bir insandı.
Bir gün koyunlarını otlatırken, koyunların bir yere gidince yürüyemediklerini, sanki önlerindeki toprağa basmak istemediklerini farketti. Acaba yanılıyor muyum diye bir denedi, iki denedi, fakat gördü ki hiçbir koyun o yere ayağını basmıyor. Kutluca Çoban ertesi gün, belki unutmuşlardır diye sürüyü gene dün işaretlediği o topraklardan geçirmek istedi ama nafile! Çoban gördüklerinde yanılmıyordu. Burada bir şey vardı, hayvanların basmak istemedikleri, her halde kutlu bir şey, belki bir mezar...
Bir gün, beş gün, on gün... Çoban artık o topraklardan ayrılamaz oldu. Bir gece, gene aynı yerde, koyunlar otlar, çoban derin derin düşünürken, ansızın, gökten bir nur dalgasının , koyunların asla çiğnemediği o toprak parçasına indiğini gördü.
Kendinden geçti, mest ve hayran kadı, koyunlar da yerlerinden kıpırdamadılar, gün ışıyıncaya kadar öyle kaldılar.
Kutluca Çoban gece gördüklerini vardı, gitti Mesihiye beyine anlattı. Bey, hemen o yerin etrafına bir duvar çektirtti,
" Kimse içeri abdestsiz girmesin, kimin ne haceti varsa orada iki rekat namaz kılıp istesin, niyazları kabul olunur." dedi.
Günlerden bir gün, Ümmühan Hatun'un kervanı geldi Mesihiye kalesinin yolunda bir yere kondu. Bey, Ana Sultan'ı karşılamaya varınca Ümmühan
" Bu kale yakınında hiç ziyaretgâh var mıdır?" diye araştırdı.
Bey bilmiyordu. Ancak, Kutluca Çoban'ın görüp anlattıklarını Ana Sultan'a aktardı,
" Ne vardır bilmem ama ben etrafına duvar çektirttim, şimdi herkes oraya gider" dedi.
Ümmühan Hatun ses etmedi, kalktı Kutluca Çoban'ın bulunduğu yere gitti, bir de onu dinledi. Sonra orada iki rekât namaz kıldı ve
"Gördüğüm rüya Allah katından ise bana onu yine göster" diye yalvardı.
Evet! Ümmühan Hatun'un rüyası Allah katındandı. Çünkü o tasvir gibi güzel, Hamza gibi güçlü, Ali gibi heybetli insanı gene gördü."Kılıç belinde, imame başında, nikab yüzünde idi" idi.Nikabını açtı:
"Ol gördüğün benim! Seyyit Battal Gazi'yim. O kişiyim . Türbemi sen yaptır. Bir mescit, bir de tekke bünyad eyle. Alimler ve dervişler getir, vakıflar yap" dedi. Ümmühan Hatun ağzı dili bağlanmış, karşısında divan duruyordu. Seyit Gazi ona iki kitab verdi
" Bizim yâdigârımız olsun!" dedi.
Hemen ertesi gün Ümmühan Hatun'un emriyle mimarlar,nakaşlar, ustalar, kalfalar, çiniciler, boyacılar, camcılar... kısaca Selçuk ülkesinde ne kadar sanatçı varsa, Mesihiye kalesine çağrıldı. Seyit Battal Gazi'nin istediği gibi mescit, medrese, semâhane, aşhane, misafirhane binaları yapıldı.
Bütün bu sayılanlar güzelliğine ve değerine paha biçilemeyen bir çift küpenin tekiyle yapılmıştır. Bir gün türbe yıkılır, yanar, yeniden yapımı gerekirse diye, küpenin tekini Ümmühan Hatun direklerden birinin dibine bir demir kutu içinde gömdürdü. Ama hangisinin altında olduğunu direkler bile bilmiyor. Onun için Her Allah'ın günü "Benim altımda, hayır benim altımda" diye çekişip dururlar.
Türbenin büyük kapısında
"Esselâmün aleyküm ya Sultan Seyit Gazi" diye yazar.Giriş kapısında ise
"Bu mübarek makam Sultan Seyit Battal Gazi'nindir. Hak rahmet eylesin" diye haber verir.

HZ PEYGAMBER'IN SELÂMI




Sultan III Osman'ın (padişahlığı 1754-57 yılları arası) sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa başarılı ve yetenekli bir devlet adamı, oldukça dindar bir kimse idi Bu Ali Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, bütün mal ve servetini kaybetmiş, üstelik bir de borca girmişti Bu sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş-dost kapıları, bu durumdaki herkese yapıldığı gibi yüzüne kapanmıştı Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında Peygamberimizi gördü ve O'ndan yardım ve destek istedi Peygamberimiz ona "Git Allah'ın makbul kulu Ali Paşa'ya benden selam söyle sana 100 altın versin" dedi Adam, "Ya Rasûlallah ben Ali Paşa'ya selamınızı iletir, bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim ama bana inanmaz" dedi Hz Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "Sana inanması için ben sana belge vereceğim Ali Paşa bana her akşam yüz salavatı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı Bunu ona söylersen sana inanır" Sabah olunca adam hemen Ali Paşa'ya koştu Rüyasını anlattı' Ali Paşa "Peygamberimiz bana niye söylemiyor da sana söylüyor?" diye inanmak istemedi Adam Hz Peygamberin verdiği belgeyi öne sürdü: "Efendim ben bana inanmayacağınızı Hz Peygamber'e söyledim O da bana bir belge verdi Siz her gece Efendimize yüz salavatı şerife okuyormuşsunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı okumamışsınız" Ali Paşa düşünmüş o gece hakikaten okumadığını farketmiş Bunun üzerine adama şöyle der: "Peki Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen tekrarla" Adam tekrarladı: "Ali Paşa'ya benim selamımı söyle sana 100 altın versin" Ali Paşa "Bir daha söyle" diye tam yedi defa tekrarlattı Adam, Ali Paşa'yı kendisiyle alay ediyor sandı ve paradan da ümidini kesmişti ki, Ali Paşa "Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim Yedi defa tekrarlattım 700 altın eder" der ve gerçekten 700 altını verir

SORUMLULUKTAN KURTULMA




Büyük Osmanlı Hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman'a "Kanunî" lakabının hak ve adalet konusundaki titizliği dolayısıyla verildiği malumdur

Bu büyük hükümdarın ölümüne bağlı olarak yerine getirilmesini istediği bir vasiyeti vardı Bu vasiyet, içinde ne olduğunu kendisinden başka kimsenin bilmediği 25 cm2 büyüklüğünde küçük bir sandığın ölümü halinde mezarda yanına konmasıydı Hayatı seferlerde geçen, seferdeyken ölen Kanuni İstanbul'a getirilince derhal defin işlemlerine başlandı ve bu vasiyet de hatırlandı Sandık meydana çıkarıldı ve hazır tutuldu Büyük hükümdarın cenaze töreninde şüphesiz sadrazamından şeyhülislamına bütün devletliler mevcuttu Dönemin en büyük din bilgini ve şeyhülislamı Ebussuud Efendi'ye Kanuni'nin anıldığı şekilde bir vasiyeti bulunduğu, fikrini almak bakımından söylendi Ebussuud Efendi "Zinhar böyle bir vasiyeti yerine getirmeyesiz, dini mübine (İslâm'a) uymaz' dedi Ebussuud Efendi bir şey söylüyorsa orada durmak gerekirdi Konunun en büyük otoritesiydi Nihayet üzerinde diğer görüşler de alındıktan sonra vasiyetin yerine getirilmemesi kararlaştırıldı Küçük sandık mezara konulmadı ama içinde ne vardı, dünyanın en büyük hükümdarının mezarına konmasını istediği şey neydi? Herkesi bunun merakı sarmıştı Bu vasiyet yerine getirilmediğine göre sandık açılmalıydı Nitekim öyle yapıldı Kutu ehil bir el tarafından açıldı Bir de ne görülsün, içi, Kanuni'nin yapacağı işlerin, vereceği kararların dine uygun olup olmadığı hakkında şeyhülislama sorduğu sorulara aldığı cevaplar demek olan "fetva"larla dolu idi Kanuni, Allah'ın huzuruna yüzü ak çıkmak, O'nun rızasına aykırı bir iş yapmadığını belgelemek istiyordu Devrin en büyük bilgini Ebussuud Efendi bu olay karşısında, "Hey büyük sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın, mes'uliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım?" demekten kendini alamamıştı

14 Temmuz 2007

.: NASİHAT :.



Dinle,sana bir nasihat edeyim,
Hatırdan,gönülden geçici olma.
Yiğidin başına bir iş gelince,
Sırrını ellere açıcı olma.

Mecliste arif ol,kelâmı dinle,
El iki söylerse,sen biri söyle.
Elinden geldikçe iyilik eyle,
Hatıra dokunup,yıkıcı olma.

Hatıra dokunur kendini bilmez,
Asil olanlardan kötülük gelmez.
Sen iyilik et de,o ziyan olmaz,
Darılıp da,başa kakıcı olma.

El ariftir,yoklar senin bendini,
Dağıtırlar tuzağını,fendini.
Alçaklarda otur,gözet kendini,
Fazla yükseklerden uçucu olma.

Muradım nasihat,bunu söylemek,
Size lâyık olan,onu dinlemek.
Sev seni seveni,kaybetme emek,
Sevenin sözünden geçici olma.

Karac'oğlan der ki:Sözün başarır,
Aşkın deryasını boydan aşırır.
Seni bir mecliste aciz düşürür,
Kötülerle konup göçücü olma.

Derleme ve yorum:Zeki Çalar

ALA GÖZLÜM BEN BU İLDEN GİDERSEM



Ala gözlüm ben bu ilden gidersem
Zülfü perişanım kal melil melil
Kerem et aklından çıkarma beni
Ağla gözyaşını sil melil melil

Yeğin ey sevdiğim sen seni düzet
Karayi bağla da beyazı çöz at
Doldur ver badeyi bir daha uzat
Ayrılık şerbetin ver melil melil

Elvan çiçeklerden sokma başına
Kudret kalemini çekme kaşına
Beni unutursan doyma yaşına
Gez benim aşkımla yar melil melil

Karac'oğlan der ki olup ölünce
Bende güzel sevdim kendi halimce
Varıp gurbet ele vasıl olunca
Dostlardan haberim al melil melil

Karacaoğlan

.: BANA KARA DİYEN DİLBER :.



Bana kara diyen dilber,
Gözlerin kara değil mi?
Yüzünü sevdiren gelin,
Kaşların kara değil mi?

Güzel,ben seni isterim,
Seni koynumda beslerim.
Yüzünü güzel göreyim,
Zülüfün kara değil mi?

Boyun uzun,belin ince,
Yanakların olmuş gonca.
Salıverirsin kolunca,
Beliğin kara değil mi?

Utanırım,akar terim,
Güzellikte yok benzerin.
En sevdiğim makbul yerin,
Saçların kara değil mi?

Beni kara diye yerme,
Allah yaratmış,hor görme.
Ala göze siyah sürme,
Çekilir,kara değil mi?

Hint'ten,Yemen'den çekilir,
İner,Bağdat'a dökülür,
Aşa,çorbaya ekilir,
Biber de kara değil mi?

Göllerde kuğular olur,
Göğsü ak,kara benlidir.
Mısır'da çok zengin vardır,
Kölesi kara değil mi?

Pınara konan kuğunun,
Kanadı beyaz çoğunun.
Çöldeki Arap beyinin,
Çadırı kara değil mi?

Yörükler konup,göçerler,
Akla,karayı seçerler.
Ağalar,beyler içerler,
Kahve de kara değil mi?

Evlerinden sular akar,
Güzelleri göze bakar.
Kızlar yanağına sokar,
Sümbül de kara değil mi?

Karac'oğlan der:İnşallah,
Görenler desin maşallah.
Kara donludur Beytullah,
Örtüsü kara değil mi?

Derleme ve yorum:Zeki Çalar

Karacaoğlan




Karacaoğlan,(1606-1679). 17'nci yüzyılda yaşamıştır.. Göçebe Türkmen obalarında yetişti. Asıl adının İsmail, Halil ya da Hasan olduğu yolunda görüşler var. Hatta aynı mahlasla şiirler yazmış birçok Karacaoğlan'ın varlığı bile savunuluyor. Ahmet Kutsi Tecer ve Şükrü Elçin'in araştırmaları, yaşamının büyük bölümünü Rumeli'nde geçiren ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avusturya seferine katılan bir Karacaoğlan'ın varlığını ortaya koyar. Fuad Köprülü ve Cahit Öztelli gibi araştırmacılar da, 17'nci yüzyılda yaşadığını savunuyor. Bu araştırmacılara göre Karacaoğlan, şiirlerinde Abaza Hasan paşa'nın öldürülmesi, Köprülü Fazıl Ahmed Paşa'nın Avusturya seferi gibi bu döneme ait tarihsel olaylardan sözeder. Karacaoğlan'ın şiiri aşk ve doğa üzerinde kuruludur. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi ve ölüm en çok değindiği konulardır. Şiirlerinde sıkça adları geçen Elif, Zeynep ve İsmikan adlı kadınların sevgilileri olduğu sanılıyor. Duygularını, yaşadıklarını, düşüncelerini içten, gerçekçi ve özgün bir şiir yapısı içinde anlatır. Karacaoğlan, Türk aşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş biçimi getirdi. Doğa benzetmelerini sık sık kullanır. Çok yalın ve temiz bir Türkçe kullanır. Kendisinden sonra gelen birçok ozanı derinden etkiledi. Bu olumlu etkiler günümüz Türk şiirine kadar uzanır. Şiirlerini ilk kez Nüzhet Ergun derleyip yayınladı. Cahit Öztelli'nin Karacaoğlan-Bütün Şiirleri adlı derlemesi de önemli Karacaoğlan araştırmalarından. Birçok şiiri bestelendi

Karacaoğlan is a 17th century Turkish folk poet. His exact dates of birth and death are unknown but it is widely accepted that he was born around 1606 and died around 1680. He lived around the city of

13 Temmuz 2007

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE




Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,

Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”

Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer

Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

Osrtralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.

Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...

Hani tauna da zuldür bu rezil istila...

Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına,

Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ...

Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,

Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.

Öteden saikalar parçalıyor afakı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller,

Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram?

Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;

Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi;

“O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi.

Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...

Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?

“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...

Seni ancak ebediyetler eder istiab.

“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;

Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;

Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;

Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;

Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,

Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.



MEHMET AKİF ERSOY

BİR YOLCUYA



( Bu şiir Gelibolu yamaçlarında yazıldı.).


Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğuldu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir.

Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda, bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.


NECMETTİN HALİL ONAN

GİRESUN'UN COĞRAFYASI





Giresun ili, Karadeniz Bölgesi'nin Doğu Karadeniz Bölümü'nde yer almakta olup, 37º 50´ ve 39º 12´ doğu boylamları ile 40º 07´ ve 41º 08´ kuzey enlemleri arasında bulunmaktadır. İl, doğusunda Trabzon ve Gümüşhane, batısında Ordu, güneyinde Sivas ve Erzincan, kuzeyi Karadeniz ile çevrilidir.

İl, 6.934 km² lik yüzölçümü ile ülke topraklarının binde 8,5'ini kaplamaktadır. 1997 Nüfus sayımı sonuçlarına göre, il nüfusu 471.876 olup km²'ye 72 kişi düşmektedir. Bu Nüfus yoğunluğu, sahil şeridinden il ortalamasının üzerinde iken, iç kesimlere doğru gidildikçe bu oran belirgin bir şekilde il ortalamasının altına düşmektedir.

İl'in nüfusu sürekli azlmakta olup, ülke genelinde nüfusu gittikçe azalan iller arasında ilk sıralarda gelmektedir. İl nüfusunda ki belirgin azalma 1970 yıllarından ihtibaren başlamıştır. Nüfus azalmasının başında göç gelmektedir. İl'e aynı zamanda göç gelmesine karşın, giden göçü karşılayamamaktadır.

İl'in göç verdiği illerin başında, İstanbul, Bursa, Sakarya, Samsun, Zonguldak ve Ankara gelmektedir Bu göç genelde aile düzeyinde olup, Giresun ile bağlarını koparmamaktadır. Çoğu yazları gelmekte olup bir çoğu ise emeklilikde geri dönmektedir.

Giresun ili merkez nüfusu 1997 sayımı sonuçlarına göre 74.868 olup, ilde yanlızca merkez ilçede yaşayanlar, kırsal kesimde yaşayanlardan fazladır. Kentlerde yaşayanların ilçe nüfusuna oranı %13 ile Dereli'de en düşük, %59 ile merkez ilçede en yüksektir.

İl merkezi, Aksu ve Batlama vadileri arasında denize doğru uzanan bir yarımada üzerinde kurulmuş olup, bu yarımadanın doğusunda ve 2 km. açığında Doğu Karadeniz'in tek adası olan Giresun Adası (Aretias) bulunmaktadır.

Yeryüzü Şekilleri:

Giresun ili, yüzey şekilleri bakımından engebeli bir görünüşe sahiptir.kıyı genellikle tepelik bir görünüşe sahiptir. Kıyıdan 50-60 km. içerde, kıyıya parelel olarak bir duvar gibi yükselenen Giresun dağlarının ortalama yüksekliği 2000 m. olmakla birlikte bazı yerlerde 3000 m.'yi aşar. Bu dağların Üzerindeki Önemli yükseltiler şunlardır: Balaban dağları (Abdal Musa Tepesi 3.331m.), Gavur dağı Tepesi (3.248m.), Küçükkor Tepesi (3.044m.), Cankurtaran Tepesi (3.278 m.), Karagöl Dağları (Karataş Tepesi 3.107m.), Kırkızlar Tepesi (3.025 m.), Yürücek Tepesi (2.313 m.). Bu dağlar üzerinden kıyı ile iç kesimler arasındaki ulaşım, Şehitler Geçidi (2.475 m.), Eğribel (2.075 m.) ve Fındıkbel (1.750 m.) geçitleri ile sağlanır.



İl genelinde az yer kaplayan ovaların büyük bölümü kıyı kesiminde yer almaktadır. Bunun haricinde Kelkit vadisi'nde Avutmuş Deresi'nin Kelkit Çayı ile birleştiği bölümde küçük bazı düzlüklere rastlanır.



Giresun dağlarının 2000 m. yi aşan kesimlerinde hayvancılık açısından da önemli birçok yayla yer almaktadır. Bu yaylaların başlıcaları; Kümbet, Kulakkaya, Bektaş, Tamdere, Karagöl, Eğribel, Kazıkbeli, Yaşmaklı Ağaçbaşı, Karaovacık Güvende yaylalarıdır.



Akarsular ve Göller:

Giresun ilinin kuzey bölümünde, Giresun dağları ile Kuzey Anadolu dağları'nın bazı kesimlerinden doğan çok sayıda küçük akarsu vardır ve bu nedenle kıyı şeridi sık vadiler ağıyla yarılmıştır. İl topraklarındaki akarsuların tümü, dağların dik yamaçlarından büyük bir hızla aktığından oluk biçimli derin vadiler oluşmuştur. başlıca akarsuları:



Aksu: Karagöl bölgesinden doğar, merkez ilçenin doğu sınırında Karadeniz'e dökülür. uzunluğu 60 km.dir.

Harşit Çayı : Gümüşhane il sınırındaki Vavuk Yaylası'ndan doğar, üzerinde doğankent I ve II hidroelektrik santralleri vardır. İl içindeki uzunluğu 50 km. olup, Tirebolu ilçesinden denize dökülür.

Gelevera Deresi : Balaban dağları'ndan doğar, uzunluğu 80 km. olup Espiye ilçesinin dpğusundan denize dökülür.

Yağlı Dere :Erimez dağları'ndan doğar, espiye ilçesinin batısından denize dökülür.

Pazar Suyu :Karagöl ve Yürücek bölgelerinin sularının birleşmesi ile oluşur. Uzunluğu 80 km. olup, Bulancak ilçesinin batısından denize dökülür.

Batlama Deresi :Çaldağ'ın batı yamacının güneyinde bektaş Yaylası'ndan doğar. Uzunluğu 40 km. olup, merkez ilçenin batısından denize dökülür.



Bölgede önemli büyüklükte göller yoktur. Ancak, kara göl kütlesinin kuzeybatı, kuzey ve kuzeydoğu yamaçları 10 kadar buzyalağı (sirk) tarafından oyulmuştur.



İklim Özellikleri:

Giresun Dağları'nın kıyıya paralel olarak uzanışı, bölgede iki farklı iklim bölgesi oluşmasına neden olmuştur. Karadeniz kıyılarında ılık ve yağışlı iklim sürer. Uzun yıllara göre , merkezde yıllık sıcaklık ortalaması 14.2º C dir. En soğuk ay (Şubat) ortalama sıcaklığı 6.9º C, en sıcak ay (Ağustos) Ortalaması ise, 22.3º C dir. Kaydedilen en düşük sıcaklık 6 Şubat 1960'da -9.8º C, en yüksek sıcaklık ise 4 Ekim 1952'de 37.3º C olarak ölçülmüştür. Yağışlar bol olup, yıl ortalaması 1.305mm dir. Mavsimlere göre dağılımı; Kış %29, İlkbahar %18.5, Yaz %18.5 , Kış %34 dür.



En çok yağış Ekim ve Kasım, en Az yağış ise Mayıs ve Haziran aylarında görülür. en fazla yağış düştüğü aylarda , aylık ortalama yağış 140 mm.'yi aşarken, en az düştüğü aylarda 60 mm.'nin altına inmez.



Yağışlı günler ortalama sayısı 184, kar yağışlı günler 6, karla örtülü günler sayısı 11'dir. Kıyıdan içe doğru gidildikce iklim değişmektedir. Giresun Dağları'nın denize bakan yamaçları daha da yağışlıdır. Kışlar daha sert geçer, kar örtüsü daha uzun süre kalır ve yazlarıda serin geçmektedir. Kelkit vadisinde ise, kişlar sert, yağışlar azdır. En çok yağış da kıyı kesminin tersine ilkbahar'da düşer.



Ortalama deniz suyu sıcaklığı 16.9º C olup, en yüksek değerlerine Temmuz - Ağustos aylarında ulaşır(25º ).



Bitki Örtüsü:

Doğal bitki örtüsü, iklim özellikleri ve yükseltiye bağlı olarak değişir. Bitki örtüsünün dağılışın da ilin iki kesimi arasında farklar vardır. İlin kuzey kesiminde kıyıdan ihtibaren 800 m. yükseltiye kadar fındık bahçeleri ile kaplıdır. Bu fındık bahçelerinin arasında yer yer Kızıl ağaç, kestane yükseldikce gürgen, meşe ve kayınlar dan oluşan ormanlar bulunur. 1600 metreden sonra da köknar, ladin ve sarıçamlardan oluşan ormanlara rastlanır. 2000 metreden sonra ise gür çayırlar ile kaplı yaylalar yer alır. Giresun Dağları'nın güneyindeki Çoruh-Kelkit Vadi Oluğu'na bakan kesimde ise, daha çok meşelerden oluşan kurakçıl ormanlar ve bozkır bitkileri ön plana çıkar.

İl arazisinin %25'i tarım alanı, %34'ü orman ve fundalık alan, %18'i çayır ve mera ve %25'i tarım dışı araziden oluşmaktadır.

10 Temmuz 2007

Oruç Reis

Oruç Reis, (1470-1518) Türk denizcisi . Bir süre için Cezayir valiliği yapmıştır.

Hayatı
Muhtemelen 1470 yılında osmanlı yerleşkesi olan şu an ki Midilli’nin Bonova köyünde doğdu. Babası, Yâkub Ağa, 1462’de Midilli’nin fethine katılmış ve Bonova köyü kendisine tımar olarak verilmişti. Burada yerleşip evlenen Yâkub Ağanın İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adını verdiği dört oğlu olmuştu. İyi bir öğrenim gören kardeşler, devrin denizci milletlerinin lisanları olan İtalyanca, İspanyolca, Fransızca ve Rumca'yı öğrenerek yetiştiler. Gençliğinde gemiciliği ve deniz ticaretini çok iyi öğrenen Oruç Reis, cesareti, zekası ve girişimciliği ile kısa zamanda gemi sahibi oldu. Suriye, Mısır, İskenderiye ve Trablusşam’a mal taşıyarak, oradan aldıklarını Anadolu’ya getiriyordu.

Oruç ve İlyas reisler, bir seferinde Midilli’den Trablusşam’a giderken, Rodos şövalyelerinin büyük savaş gemileriyle karşılaştılar. Çarpışmada İlyas Reis şehit düştü, Oruç Reis esir oldu. Rodos’ta zindana atılan Oruç Reis, çok eziyet ve sıkıntı çekti. Uzun uğraşmalardan sonra, buradan kurtuldu. Muhtemelen üç sene esir kalan Oruç Reis, esaretten kurtulduktan sonra, bir süre Memlük Devleti hizmetinde amirallik yaptı. Burada uzun zaman kalmayıp, Şehzade Korkut’un verdiği on sekiz büyük savaş gemisine komutan oldu. Bunlarla, Rodos kıyılarında basılmadık yer bırakmayan Oruç Reis, ânî bir baskın sonucunda gemilerini kaybetti. Leventleriyle birlikte bu baskından kurtulduktan sonra, Şehzâde Korkut’a tekrar başvurdu. Kendisine, biri yirmi dört oturak, ikincisi yirmi iki oturak iki savaş gemisi verildi. Şehzâde Korkut’un elini öpüp, hayır duâsını aldıktan sonra Akdeniz’e açıldı. Seferlerinde pek çok ganîmet, ticaret malı ve esir aldı. On senedir uğramadığı Midilli’ye gelerek kardeşlerine, akrabalarına, fakir ve muhtaçlara, yetimlere pek çok mal dağıttı.

Türk denizcilik târihinde önemli bir yeri olan Cerbe Adası, Oruç Reis tarafından 1513 yazında fethedildi. Burayı kendisine üs edinip, Doğu ve Batı Akdeniz’de pek çok gemi zaptetti. [Papa]]’ya ait, o zamanın dev savaş gemilerini, ince tekneleriyle ele geçirmesi, şöhretini Avrupa ve İslâm dünyâsının hepsine ulaştırdı.

O tarihe kadar, bir çektirinin, bir baştardayı ele geçirmesi işitilmemişti. Gemi elde edilince kendisi dahil bütün leventlerine İtalyan elbiselerini giydirdi. Oruç Reisin, arkadan gelen ikinci savaş gemisini ele geçirmesi, pek kolay oldu. Zîrâ ateş başlayıncaya kadar, İtalyanlar, bu gemiyi kendi gemileri zannetmişlerdi.

Cezayir’de bir devlet kurmaya karar veren Oruç Reis, kısa zamanda bu toprakları ele geçirdi. İspanya Kralı Şarlken, Cezayir’e donanma gönderdiyse de, Oruç Reis’i elde ettiği yerlerden çıkaramadı. Becâye kuşatması sırasında Oruç Reis, sol kolundan ağır yaralandı ve hekimlerin tavsiyesiyle bu kolu dirsekten kesildi. Tek kolla mücadelede de şevk ve azminden hiçbir şey kaybetmeyen büyük deniz kurdu, iyileşince derhal denize açıldı ve pek çok gemi ele geçirdi. Çok güç durumda olan Endülüs Müslümanlarına yardım ederek, onların binlercesini Kuzey Afrika’ya taşıdı. Bu hareketleri İslâm dünyasındaki saygısını arttırdı. Kardeşleriyle Kuzey Afrika’yı Hristiyanlara karşı savunmakla kalmayıp, Endülüs Müslümanlarından gelenleri iskân ediyor, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını temin ediyordu. Elindeki bir leventle, İslamı yaymaktan başka bir düşünceleri olmayan akıncılar serdengeçtilerle, devrin en büyük denizci Hristiyan devleti olan İspanyollarla bitmek tükenmek bilmeyen mücadelelerine devâm ediyordu. İspanya kralı, Avrupa’nın pek çok ülkesini elinde bulundurduğu gibi, Amerika’da da sömürgeleri vardı.

Cezayir’in doğusunda, İspanya’nın hakimiyeti altında bulunan Tlemsan’ı elde eden Oruç Reis, İspanyollardan yardım alan Tlemsan emirine karşı, elde ettiği yerleri savundu. Topraklarını yedi ay boyunca müdâfaa etti. Yerli halkın ihanet etmesi üzerine, Cezayir’e dönmek için düşman kuşatmasını yarıp dışarı çıkmaya çalıştı. Düşmanı yararak bir kısım leventleriyle birlikte ırmağı geçti. Ancak, yirmi kadar levendi, düşman tarafında kalmıştı. Oruç Reis, kurtulma ümîdi olmadığını bile bile, leventlerini yalnız bırakmamak için tekrar düşmanları arasına daldı. Nehri geçmeye çalışırken leventlerinin çoğu şehit oldu. Tek kollu Oruç Reis, yanındaki son levendin de öldüğünü gördükten sonra, aldığı iki ok yarası sonucu Rio Solado Nehri sularına düşüp, öldü.

1518’de şehit olduğunda, kırk sekiz yaşında olduğu tahmin edilmektedir.


Karakteri
Sınır boylarında akıncıların yaptıkları, yıldırma ve fethe hazırlama faaliyetlerini denizde gerçekleştiren cesaret ve kahramanlık timsâli deniz kurtlarından biri olan Oruç Reis, katıldığı muharebede can ve mal endişesi duymazdı. Elde ettiği ganimetleri fakir ve kimsesizlere, leventlerine dağıtır, varını yoğunu cihâd ve gazâ için sarfederdi. Cömert, âlicenap, yardımsever, merhametli olan Oruç Reis, ciddî ve sertti. Bütün leventleri tarafından, bir baba gibi sevilirdi. Çok iyi bir muhârip, tehlikeli zamanlarda en iyi çareleri bulmakta zorluk çekmeyen bir komutan, İslâmiyeti yaymaktan başka bir şey düşünmeyen korkusuz, cüretkâr ve zekî bir insandı.


Aruj or Oruc Reis (Turkish: Oruç Reis) (c. 1474-1518) was a Turkish privateer and Ottoman Bey (Governor) of Algiers and Beylerbey (Chief Governor) of the West Mediterranean. He was born on the island of Midilli (Lesbos) in today's Greece and was killed in a battle with the Spaniards in Algeria.

He became known as Baba Aruj or Baba Oruç (Father Aruj) when he transported large numbers of Mudejar refugees from Spain to North Africa; in the Christian countries of the Mediterranean he was known as Barbarossa, which meant Redbeard in Italian.

He was the older brother of the famous Turkish privateer and Ottoman admiral Hayreddin Barbarossa.

Background
Oruç was one of four brothers who were born in the 1470s on the island of Lesbos (Λέσβος) to their Muslim Turkish father, Yakup Ağa, and his Christian Greek wife, Katerina. According to Ottoman archives Yakup Ağa was a Tımarlı Sipahi, i.e. a Turkish feudal cavalry knight, whose family had its origins in Eceabat and Balıkesir, and later moved to the Ottoman city of Vardar, near Thessaloniki. Yakup Ağa was among those appointed by Sultan Mehmed II to capture Lesbos from the Genoese in 1462, and he was granted the fief of Bonova village as a reward for fighting for the cause. He married a local Greek girl from Mytilene named Katerina, and they had two daughters and four sons: Ishak, Oruç, Hızır and Ilyas. Yakup became an established potter and purchased a boat of his own to trade his products. The brothers helped their father with his business, but not much is known about the sisters.


Early career
All four brothers became seamen, engaged in marine affairs and international sea trade. Oruç was the first brother to be involved in seamanship, soon joined by the youngest brother Ilyas. Hızır initially helped their father in the pottery business, but later obtained a ship of his own and also began a career at sea. Ishak, the eldest, remained on Mytilene and was involved with the financial affairs of the family business. The other three brothers initially worked as sailors, but then turned privateers in the Mediterranean, counteracting the privateering of the Knights of St. John of the Island of Rhodes. Oruç and Ilyas operated in the Levant, between Anatolia, Syria and Egypt, while Hızır operated in the Aegean Sea and based his operations mostly in Thessaloniki.

Oruç was a very successful seaman. He also learned to speak Italian, Spanish, French, Greek and Arabic in the early years of his career. While returning from a trading expedition in Tripoli, Lebanon, he and Ilyas were attacked by a galley of the Knights of St. John. Ilyas was killed in the fight, and Oruç was wounded. Their father's boat was captured, and Oruç was taken prisoner and detained in the Knights' Bodrum Castle for nearly three years. Upon learning the location of his brother, Hızır went to Bodrum and managed to help Oruç escape.


Oruç Reis the corsair
Oruç later went to Antalya, where he was given 18 galleys by Shehzade Korkud, an Ottoman prince and governor of the city, and charged with fighting against the Knights of St. John who inflicted serious damage on Ottoman shipping and trade. In the following years, when Shehzade Korkud became governor of Manisa, he gave Oruç Reis a larger fleet of 24 galleys at the port of İzmir and ordered him to participate in the Ottoman naval expedition to Puglia in Italy, where Oruç bombarded several coastal forts and captured two ships. On his way back to Lesbos, he stopped at Euboea and captured three galleons and another ship. Reaching Mytilene with these captured vessels, Oruç learned that Shehzade Korkud, brother of the new Ottoman sultan, had fled to Egypt in order to avoid being killed because of succession disputes -- a common practice at that time in the House of Osman. Fearing trouble due to his well-known association with the Ottoman prince in exile, Oruç sailed to Egypt where he met Shehzade Korkud in Cairo and managed to get an audience with the Mamluk Sultan Qansuh al-Ghawri, who gave him another ship and charged him to raid the coasts of Italy and the islands of the Mediterranean that were controlled by Christian powers. After passing the winter in Cairo, he set sail from Alexandria and operated along the coasts of Liguria and Sicily.

In 1503 Oruç Reis managed to seize three more ships and made the island of Djerba his new base, thus moving his operations to the Western Mediterranean. Hızır joined Oruç Reis at Djerba. In 1504 the two brothers asked Abu Abdullah Mohammed Hamis, sultan of Tunisia from the Beni Hafs dynasty, for permission to use the strategically located port of La Goulette for their operations. They were granted this right, with the condition of leaving one third of their booty to the sultan. Oruç Reis, in command of small galliots, captured two much larger Papal galleys near the island of Elba. Later, near Lipari, the two brothers captured a Sicilian warship, the Cavalleria, with 380 Spanish soldiers and 60 Spanish knights from Aragon on board, who were on their way from Spain to Naples. In 1505 they raided the coasts of Calabria. These accomplishments increased their fame and they were joined by a number of other well-known Muslim corsairs, including Kurtoğlu (known in the West as Curtogoli.) In 1508 they raided the coasts of Liguria, particularly Diano Marina.

In 1509 Ishak also left Mytilene and joined his brothers at La Goulette. The fame of Oruç Reis increased when between 1504 and 1510 he transported Muslim Mudejars from Christian Spain to North Africa. His efforts of helping the Muslims of Spain in need and transporting them to safer lands earned him the honorific name Baba Oruç (Father Aruj), which eventually— due to the similarity in sound— evolved in Spain, Italy and France into Barbarossa (Redbeard in Italian).

In 1510 the three brothers raided Cape Passero in Sicily and repulsed a Spanish attack on Bougie, Oran and Algiers. In August 1511 they raided the areas around Reggio Calabria in southern Italy. In August 1512 the exiled ruler of Bougie invited the brothers to drive out the Spaniards, and during the battle Oruç Reis lost his left arm. This incident earned him the nickname Gümüş Kol (Silver Arm in Turkish), in reference to the sliver prosthetic device which he used in place of his missing limb. Later that year the three brothers raided the coasts of Andalusia in Spain, capturing a galliot of the Lomellini family of Genoa who owned the Tabarca island in that area. They subsequently landed on Minorca and captured a coastal castle, and then headed towards Liguria and captured four Genoese galleys near Genoa. The Genoese sent a fleet to liberate their ships, but the brothers captured their flagship as well. After capturing a total of 23 ships in less than a month, the brothers sailed back to La Goulette.

There they built three more galliots and a gunpowder production facility. In 1513 they captured four English ships on their way to France, raided Valencia where they captured four more ships, and then headed for Alicante and captured a Spanish galley near Málaga. In 1513 and 1514 the three brothers engaged Spanish squadrons on several other occasions and moved to their new base in Cherchell, east of Algiers. In 1514, with 12 galliots and 1,000 Turks, they destroyed two Spanish fortresses at Bougie, and when a Spanish fleet under the command of Miguel de Gurrea, viceroy of Majorca, arrived for assistance, they headed towards Ceuta and raided that city before capturing Jijel in Algeria, which was under Genoese control. They later captured Mahdiya in Tunisia. Afterwards they raided the coasts of Sicily, Sardinia, the Balearic Islands and the Spanish mainland, capturing three large ships there. In 1515 they captured several galleons, a galley and three barques at Majorca. Still in 1515 Oruç Reis sent precious gifts to the Ottoman Sultan Selim I who, in return, sent him two galleys and two swords embellished with diamonds. In 1516, joined by Kurtoğlu, the brothers besieged the Castle of Elba, before heading once more towards Liguria where they captured 12 ships and damaged 28 others.


Ruler of Algiers
In 1516 the three brothers succeeded in liberating Jijel and Algiers from the Spaniards, but eventually assumed control over the cities and surrounding region, forcing the previous ruler, Abu Hamo Musa III of the Beni Ziyad dynasty, to flee. The local Spaniards in Algiers sought refuge in the island of Peñón near Algiers and asked Emperor Charles V, King of Spain, to intervene, but the Spanish fleet failed to force the brothers out of Algiers.

After consolidating his power and declaring himself the new Sultan of Algiers, Oruç Reis sought to enhance his territory inlands and took Miliana, Medea and Tenes. He became known for attaching sails to cannons for transport through the deserts of North Africa. In 1517 the brothers raided Capo Limiti and later the Island of Capo Rizzuto in Calabria.


Algiers joins the Ottoman Empire
For Oruç Reis the best protection against Spain was to join the Ottoman Empire, his homeland and Spain's main rival. For this he had to relinquish his title of Sultan of Algiers to the Ottomans. He did this in 1517 and offered Algiers to the Ottoman Sultan. The Sultan accepted Algiers as an Ottoman Sanjak (province), appointed Oruç as the Bey (Governor) of Algiers and Beylerbey (Chief Governor) of West Mediterranean, and promised to support him with janissaries, galleys and cannons.


Final engagements and death of Oruç Reis and Ishak
The Spaniards ordered Abu Zayan, whom they had appointed as the new ruler of Tlemcen and Oran, to attack Oruç Reis by land, but Oruç learned of the plan and pre-emptively struck against Tlemcen, capturing the city and executing Abu Zayan. The only survivor of Abu Zayan's dynasty was Sheikh Buhammud, who escaped to Oran and called for Spain's assistance.

In May 1518 Emperor Charles V arrived at Oran and was received there by Sheikh Buhammud and the Spanish governor of the city, Diego de Cordoba, marquess of Comares, who commanded a force of 10,000 Spanish soldiers. Joined by thousands of Bedouins, the Spaniards marched overland on Tlemcen where Oruç Reis and Ishak awaited them with 1,500 Turkish and 5,000 Moorish soldiers. They defended Tlemcen for 20 days, but were eventually killed in combat by the forces of Garcia de Tineo.

The last remaining brother, Hızır Reis, inherited his brother's place, his name (Barbarossa) and his mission.


Legacy
Oruç Reis established the Turkish presence in North Africa which lasted 4 centuries, de facto until the loss of Libya to Italy in 1912 and de jure until the official loss of Egypt to the United Kingdom in 1914, after the Ottoman Empire joined World War I on the side of the Central Powers. The Republic of Turkey officially renounced the remaining disputed Turkish rights in some territories of Egypt with the Treaty of Lausanne in 1923.

Several submarines of the Turkish Navy have been named after Oruç Reis (see Oruç Reis class submarine).

Turgut Reis




Turgut Reis, Trablusgarp fatihi olarak anılan ünlü Türk denizcisi ve korsanı Trablus beyidir.

Osmanlı Devletinin Menteşe (Muğla) Sancağı'na bağlı Seroz(Saravuloz) Köyü'nde, tahminen 1485 yılında doğdu. O dönemde Bodrum Kalesi halen Rodoslu St.John Şövalyeleri'nin elindeydi ve Bodrum yarımadasının kıyıları hıristiyan korsanların yağmasına açıktı. Bu risk nedeniyle Türk yerleşimleri çogunlukla kıyıdan uzak yerlere kuruluyordu. Seroz da bir dağ köyüydü ve ahalisi geçimini denizden sağlamıyordu. Turgut Reis'in babası da Veli isminde bir çiftçiydi. Buna rağmen, Menteşe yöresi gençlerinin çoğu gibi Turgut'un hayyallerini de yiğit bir deniz gazisi olmak süslerdi. Gençliğinde cirit, güreş ve ok atmada gösterdiği ustalık ve cesaretiyle çevrede tanınıp Menteşe kıyılarından levent toplayan Hızır Reis'in adamları tarafından seçilerek, Cezayir leventleri arasına alındı. Pek çok muharebelerde cesaret ve silahları kullanmadaki maharetiyle büyük kahramanlıklar gösterip, Barbaros’un takdirini kazandı ve reis oldu.

Preveze Deniz Zaferi'nin kazanılmasında büyük hizmetleri görüldü. Muharebe sırasında harp hattının gerisinde ihtiyat filosuna kumanda etti. Harbin en şiddetli zamanında, yerinde yaptığı çevirme ile Andrea Doria'yı geri çekilmeye mecbur etti. Geri çekilen düşmanı takip ederek pek çok gemiyi zaptetti.

Akdeniz'in hıristiyan yakasında Dragut adıyla tanınan Turgut Reis'in yağma seferleri, kralların da gündemindeydi ve kendisini etkisiz hale getirmek üzere birkaç defa takip filoları oluşturuldu. Kendisine bağlı 8 gemilik şahsi filosuna komuta eden Turgut Reis, bu küçük çatışmalatdan zaferle ayrıldı. Ancak, 1540’ta Salih Reis ile beraber Akdeniz’deki korsan gemilerine karşı açtıkları mücadele günlerinde, Korsika’da gemisini yağlarken, 15 kadar gemiyle ani bir baskın yapan Giannettino Doria tarafından yakalanarak gemisinde esir edildi ve forsaya vuruldu. Dört yıla yakın eziyet ve sıkıntı içinde kürek çekti. Daha sonra Cenova'ya götürülüp hapsedildi.

Kendisini kurtarmak amacıyla Barbaros Hayrettin Paşa'nın sunduğu rüşvet ve fidye teklifleri geri çevirildi. Ancak Kanuni'nin emriyle Fransa Kralı Fransuva'ya destek vermek üzere 120 parçalık bir donanma ile Marsilya'ya hareket eden Barbaros'un, ani bir şekilde Cenova önlerinde demir atmasıyla; şehir meclisi fidye görüşmelerine yanaşmak zorunda bırakıldı. Şehir, Türk toplarının menzili içindeydi. Bazı kaynaklara göre o sırada açık denizde olan, Turgut Reis'in forsaya vurulduğu gemi derhal limana çağırıldı ve ünlü amiral, Türk donanmasına teslim edildi.

Turgut Reis'i büyük bir sevgiyle karşılayan Barbaros Hayreddin Paşa, dönüşte yedek gemisini ona hediye etti. Zamanla filosunu büyüten Turgut Reis, Batı Akdeniz’de kendini kabul ettirerek Cerbe Adası'na yerleşti. Akdeniz’de düşmana aman vermeyen gazalarının sonucunda, Kanuni Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a davet edildi.

Emrinde çalışan Kılıç Ali, Gazi Mustafa, Hasan Reis, Kara Dayı, Kara Kadı gibi kaptanlarla birlikte sekiz gemiyle İstanbul’a gelip, sultana bağlılıklarını arz ettiler. Kanuni Sultan Süleyman, Turgut Reis'e iltifatlarda bulunup Karlıeli Sancakbeyliğini, diğerlerine de yetmişer-seksener akçe ulufeyle, fener taşıma hakkını verdi.

Turgut Reis, bundan sonra bir Osmanlı kaptanı olarak tekrar denize açıldı. İspanyollar, Cerbe Adası'nda kendisini baskına uğrattılarsa da bir dere yatağından gemilerini denize aşırıp Haçlı donanmasının ardına düştü ve büyük bir bozguna uğrattı. Malta Baskını, Manya Zaferi, Selanik limanı önündeki harple kendisini gösterdi.

1548-1550 yılları arasında iki yıl Kuzey Afrika sahillerinde, Müslümanlara yardım etti. Kanuni Sultan Süleyman, Kuran-ı Kerim ile bir kılıç gönderip Trablusgarb’ın fethini istedi. 15 Ağustos 1551’de, Malta şovalyelerinin hakimiyetinde bulunan Trablusgarb’ı fethi, 1552’de Andrea Doria’ya karşı kazandığı Pestiye Zaferi, 1553’te Korsika Adası'nın merkezi Bastia’yı zaptı başarılarından sonra, Trablusgarb Beylerbeyliği'ne getirildi. Barbaros'un vefatından sonra, enderun kökenli olmaması nedeniyle ona soğuk bakan saray erkanı, Kaptan-ı Derya'lığa getirilmesine karşı çıktı. Donanmanın Türkmen kökenli tabanı ve sarayda değil sahada yetişen tüm reislerin desteğine rağmen, Donanma-i Hümayun'un komutası hiçbir zaman kendisine teslim edilmemiştir.

Bu vazifedeyken, Kaptan-ı Derya Piyale Paşa ile birlikte pek çok deniz seferine katıldı. 1560’ta Andrea Doria’nın oğlu Giovanni’nin Cerbe saldırısında, Turgut Reis'in Osmanlı donanmasının zafere ulaşmasında çok büyük gayreti görüldü. 1565’te Malta Kuşatması'na katıldı. Bu sırada 80 yaşında olan Turgut Reis, kuşatmada yapılan hatayı belirtmesine karşın büyük bir istekle savaşa katıldı. Ada'nın üç direnek merkezinden en büyüğü olan St. Elmo kalesi kuşatmasını bizzat yönetti. Gemilerin yelken direklerini söktürerek, kalenin etrafını saran hendek engelini aşmak üzere bir köprü oluşturdu. Kalenin duvarında açılan ve yer seviyesinden yüksekte olan gediğe doğru uzatılan bu köprüyü kullanan leventler, içeri sızmayı denedi. 17 Haziran'da St. Elmo burcunda yapılan bir hücumda, başından yara alarak beş gün baygın yattıktan sonra, 23 Haziran'da şehit oldu. Turgut Reis son nefesini verirken, St. Elmo kalesi Türk hakimiyetine geçmişti. Ancak; Paşa'nın şuuru kapalı olduğu için bu müjdeli haber kendisine açıklanamadı.

Barbaros Hayreddin Paşa'nın; “Turgut benden yeğdir!” dediği bu deryalar hâkiminin naaşı, Trablusgarp’ta kendisinin yaptırdığı caminin yanındaki türbesine gömüldü. Günümüzde de türbesi, Libyalılar ve onu sevenlerin ziyaretgâhı halindedir.

Cumhuriyet döneminde, Doğduğu Seroz köyünün bağlı olduğu beldeye Turgut Reis adı verilmiştir. Bugün, beldenin kıyısında adını taşıyan bir gezi parkı ve bu parkın içinde Turgut Reisi bir kadırganın burnunda, kılıcıyla ufku gösterir vaziyette tasvir eden bir anıt vardır.


Dragut
Dragut, Güney Avrupalı'ların Turgut Reis'e taktığı lakaptır.

Turgut Reis'in, Akdeniz'in hıristiyan yakasına yaptığı yağma seferleriyle yarattığı korku ve dehşet; Dragon(Ejderha) ve Turgut arasındaki ses benzerliğinden yararlanarak "Dragut" kelimesinin doğmasına yol açmıştır.

Batılı kaynaklar, kendisini hala "Dragut Rais" [1] olarak anmaktadır.

Turgut Reis (1485 - June 23, 1565) was a Turkish privateer and Ottoman admiral as well as Bey of Algiers; Beylerbey of the Mediterranean; and first Bey later Pasha of Tripoli. Known in different languages under such names as Dragut or Darghouth, the original name in Turkey is Turgut Reis (reis = captain) or less commonly Torgut Reis as his name appears in several old Turkish and foreign resources.

Turgut was born near Bodrum, on the Aegean coast of Turkey, as the son of a Turkish farmer named Veli. At the age of 12 he was noticed by an Ottoman army commander for his extraordinary talent in using spears and arrows and was recruited by him as an apprentice, with the consent of his parents, to be trained as a cannoneer and master of siege artillery, which would play an important role in Turgut's future success and reputation as a superb naval tactician. Turgut accompanied his master in the Ottoman conquest of Egypt in 1517 and participated in the fighting as a cannoneer. He further improved his skills in this field during his presence in Cairo. Following the death of his master, Turgut went to Alexandria and began his career as a sailor after joining the fleet of Sinan Reis. He immediately became one of the favourite crewmen of the famous corsair due to his success in hitting enemy vessels with cannons. Turgut soon mastered the skills of seamanship and became the captain of a brigantine, while given 1/4 of its ownership. After several successful campaigns, he became the sole owner of the brigantine. Turgut later became the captain and owner of a galliot, and arming it with the most advanced cannons of that period, he started to operate in the Eastern Mediterranean, especially targeting the shipping routes between Venice and the Aegean islands belonging to the Repubblica Serenissima.

In 1520 he joined the fleet of Barbarossa Hayreddin Pasha, who would become his protector and best friend. Turgut was soon promoted to the rank of chief lieutenant by Barbarossa and was given the command of 12 galliots. In 1526 Turgut Reis captured the fortress of Capo Passero in Sicily. Between 1526 and 1533 he landed several times at the ports of the Kingdom of Sicily and the Kingdom of Naples, while intercepting the ships which sailed between Spain and Italy, capturing many of them. In May 1533, commanding four fustas and 18 barques, Turgut Reis captured two Venetian galleys near the island of Aegina.

In June and July 1538 he accompanied Barbarossa on his pursuit of Andrea Doria in the Adriatic Sea, while capturing several fortresses on the coasts of Albania as well as the Gulf of Preveza and the island of Lefkada. In August 1538 Turgut Reis captured Candia in Crete as well as several other Venetian possessions in the Aegean Sea.

Battle of Preveza

Turgut Reis commanded the center-rear wing of the Turkish fleet at the naval Battle of Preveza in 1538In September 1538, with 20 galleys and 10 galliots, Turgut Reis commanded the center-rear wing of the Ottoman fleet that defeated the Holy League under the command of Andrea Doria at the Battle of Preveza. During the battle, with two of his galliots, he captured the Papal galley under the command of Giambattista Dovizi, the knight who was also the abbot of Bibbiena, taking him and his crew as prisoners.

In 1539, commanding 36 galleys and galliots, Turgut Reis recaptured Castelnuovo from the Venetians, who had taken the city back from the Ottomans. During the combat he sank two Venetian galleys and captured three others. Still in 1539, while landing on Corfu, he encountered 12 Venetian galleys under the command of Francesco Pasqualigo and captured the galley of Antonio da Canal. He later landed at Crete and fought against the Venetian cavalry forces under the command of Antonio Calbo.


Governor of Djerba
Later that year, when Sinan Reis, the Governor of Djerba, was appointed by Suleiman the Magnificent as the new Commander-in-Chief of the Ottoman Red Sea Fleet based in Suez, Turgut Reis was appointed as his successor and became the Governor of Djerba.

In early 1540 Turgut Reis captured several Genoese ships off the coast of Santa Margherita Ligure. In April 1540, commanding two galleys and 13 galliots, he landed at Gozo and sacked the island. He later landed at Pantelleria and raided the coasts of Sicily and Spain with a force of 25 ships, inflicting so much damage that Andrea Doria was ordered by Charles V to chase him with a force of 81 galleys. From there, Turgut Reis sailed to the Tyrrhenian Sea and bombarded the southern ports of Corsica, most notably Palasca. He later captured and sacked the nearby island of Capraia.


Captivity and freedom
Turgut Reis later sailed back towards Corsica and docked his ships at Girolata on the western shores of the island. Taken by surprise while repairing his ships, Turgut Reis and his men were attacked by the combined forces of Giannettino Doria (Andrea Doria's nephew), Giorgio Doria and Gentile Virginio Orsini. Turgut Reis was captured and was forced to work as a galley slave in the ship of Giannettino Doria for nearly four years before being imprisoned in Genoa. Barbarossa offered to pay ransom for his release but it was rejected. In 1544, when Barbarossa was returning from France with 210 ships sent by Sultan Suleiman to assist his ally Francois I against Spain, he appeared before Genoa, laying siege to the city and forcing the Genoese to negotiate for the release of Turgut Reis. Barbarossa was invited by Andrea Doria to discuss the issue in his palace at Fassolo, and the two admirals reached an agreement for the release of Turgut Reis in exchange of 3,500 gold ducats.

Barbarossa gave Turgut his spare flagship and the command of several other vessels, and in that same year Turgut Reis landed at Bonifacio in Corsica and captured the city, inflicting particular damage to Genoese interests. Still in 1544 he assaulted the island of Gozo and fought against the forces of knight Giovanni Ximenes while capturing several Maltese ships which were bringing precious cargo from Sicily. In June 1545 he raided the coasts of Sicily and bombarded several ports on the Tyrrhenian Sea. In July he ravaged the island of Capraia and landed at the coasts of Liguria and the Italian Riviera with a force of 15 galleys and fustas. He sacked Monterosso and Corniglia, and later landed at Menarola and Riomaggiore. In the following days he landed at the Gulf of La Spezia and captured Rapallo, Pegli and Levanto. In 1546 he captured Mahdia, Sfax, Sousse and Al Munastir in Tunisia, afterwards using Mahdia as a base to assault the Knights of St. John in Malta. In April 1546 he raided the coasts of Liguria. In May, still in Liguria, he captured Laigueglia, a province of Savona, with a force of 1000 men. He later captured Andora and captured the podesta of the town. There he and his troops rested for a brief period, before resuming their assault on the Italian Riviera and landing at San Lorenzo al Mare. From there he once again sailed towards Malta and laid waste to the island of Gozo.

In June 1546 Andrea Doria was appointed by Emperor Charles V to force Turgut Reis away from Malta, and Doria based his forces at the island of Favignana. The two admirals, however, did not meet up, as Turgut Reis had sailed to Toulon in August 1546, staying there for several months and letting his men have some rest in the security of a French port.


Commander-in-Chief of Ottoman Naval Forces in the Mediterranean
After Barbarossa's death in July 1546, Turgut succeeded him as supreme commander of Ottoman naval forces in the Mediterranean. In July 1547 he once again assaulted Malta with a force of 23 galleys and galliots, after hearing the news that the Kingdom of Naples was shaken by the revolt against Viceroy Don Pietro of Toledo, which would make a naval support from there to Malta rather unlikely. Turgut Reis landed his troops at Marsa Scirocco, the extreme southern point of the island which faces the shores of Africa. From there the Ottoman troops quickly marched towards the vicinity of the Church of Santa Caterina. The guards of the church tower escaped as soon as they saw the forces of Turgut Reis, which prevented them from igniting the tub of gunpowder -- a common method used then to warn the local inhabitants of attacks. After sacking the island, Turgut Reis headed towards Capo Passero in Sicily, where he captured the galley of Giulio Cicala, son of Duke Vincenzo Cicala. He later sailed to the Aeolian Islands, and at Salina Island he captured a Maltese trade ship with valuable cargo. From there he sailed to Puglia and towards the end of July 1547 he assaulted the city of Salve. He later sailed to Calabria, forcing the local population to flee towards the safety of the mountains. From there he went to Corsica and captured a number of ships.


Bey of Algiers
In 1548 he was appointed Beylerbey (Chief Governor) of Algiers by Suleiman the Magnificent. In that same year he ordered the construction of a quadrireme galley at the naval arsenal of Djerba, which he started using in 1549. In August 1548 he landed at Castellamare di Stabia on the Bay of Naples and captured the city along with nearby Pozzuoli. From there he went to Procida. A few days later, he captured a Spanish galley loaded with troops and gold at Capo Miseno near Procida. In the same days he captured the Maltese galley, La Caterinetta, at the Gulf of Naples, with its cargo of 70,000 gold ducats which were collected by the Knights of St. John from the churches of France with the aim of strengthening the defenses of Tripoli, which was then under Maltese control.

In May 1549 he set sail towards Liguria with 21 galleys and in July he assaulted Rapallo, later replenishing his ships with water and other supplies at San Fruttuoso. From there he sailed to Portofino and landed at the port, before appearing at San Remo where he captured a Aragonese galley from Barcelona which was heading towards Naples. From there he first sailed towards Corsica and later towards Calabria where he assaulted the city of Palmi.

In February 1550, sailing with a force of 36 galleys, he recaptured Mahdia along with Al Munastir, Sousse and most of Tunisia. In May 1550 he assaulted the ports of Sardinia and Spain and landed on their coasts with a force of six galleys and 14 galliots. Still in May he unsuccessfully tried to capture Bonifacio in Corsica. On his way back to Tunisia, he stopped at Gozo to replenish his ships with water and to gather information on the activities of the Maltese Knights. He later sailed towards Liguria.

In June 1550, while Turgut Reis was sailing near Genoa, Andrea Doria and Bailiff Claude de la Sengle of the Maltese Knights attacked Mahdia in Tunisia. In the meantime, Turgut Reis was busy assaulting and sacking Rapallo for a third time, before raiding the coasts of Spain. He then sailed to the Tyrrhenian Sea and towards the beginning of July landed at the western shores of Sardinia, before returning to Djerba, where he learned that Doria and Claude de la Sengle had been attacking Mahdia and Tunis. He collected a force of 4500 troops and 60 sipahis and marched on Mahdia to assist the local resistance. He did not succeed and returned to Djerba with his troops.

In September 1550 Mahdia surrendered to the joint Spanish-Sicilian-Maltese force. In the meantime, Turgut Reis was repairing his ships at the beach of Djerba. On October, Andrea Doria appeared with his fleet at Djerba and blocked the entrance of the island's lagoon with his ships, trapping the beached galleys of Turgut Reis inside the Channel of Cantera. Turgut Reis had all his ships dragged overland through hastily dug canals and on a heavily greased boardway to the other side of the island and sailed to Istanbul, capturing two galleys on the way, one Genoese and one Sicilian, which were en route to Djerba in order to assist the forces of Doria. Prince Abu Beker, son of the Sultan of Tunis, who was an ally of Spain, was on the Genoese galley.

After arriving in Istanbul, Turgut Reis, authorized by Sultan Suleiman, mobilized a fleet of 112 galleys and two galleasses with 12,000 Janissaries, and in 1551 set sail with the Ottoman admiral Sinan Pasha towards the Adriatic Sea and bombarded Venetian ports, inflicting serious damage on Venetian shipping. In May 1551 they landed on Sicily and bombarded the eastern shores of the island, most notably the city of Augusta, as revenge for the Viceroy of Sicily's role in the invasion and destruction of Mahdia, where most inhabitants had been massacred by the joint Spanish-Sicilian-Maltese force. They then attempted to capture Malta, landing with about 10,000 men at the southern port of Marsa Muscietto. They laid siege to the citadels of Birgu and Senglea, and later went north and assaulted Mdina, but lifted the siege after realizing that it was impossible to capture the island with the number of troops in hand. Instead, they moved to the neighboring island of Gozo, where they bombarded the citadel for several days. The Knights' governor there, Galatian de Sesse, realizing that resistance was futile, surrendered the citadel, and the corsairs sacked the town. Taking virtually the entire population of Gozo (approximately 5,000 people) into captivity, Turgut and Sinan sailed to Tripoli.


Bey of Tripoli
In August 1551 Turgut Reis attacked and captured Tripoli (Libya), which had been a possession of the Knights of St. John since 1530. Gaspare de Villers, the commander of the fort, was captured, along with other prominent knights of Spanish and France origin. However, upon the intervention of the French ambassador in Istanbul, Gabriel d'Aramont, the French knights were released. A local leader, Ağa Murat, was initially installed as governor of Tripoli, but subsequently Turgut himself took control of the area. In recognition of his services, Sultan Suleiman awarded Tripoli and the surrounding territory to Turgut, along with the title of Sanjak Bey (Province Governor).

In September 1551, Turgut Reis sailed to Liguria and captured the city of Taggia, before capturing other ports of the Italian Riviera, after Ottoman troops landed at the beach of Riva Brigoso. Later that year, he returned to Tripoli and sought to extend his territory, capturing the entire region of Misratah all the way to Zuwarah and Djerba to the west. Turning inland, he enhanced his territory until reaching Gebel.


Battle of Ponza and campaigns in the West Mediterranean
In 1552 Sultan Suleiman appointed Turgut Reis commander-in-chief of the Ottoman fleet which he dispatched to Italy (on the basis of a treaty between the Sultan and King Henry II of France). Turgut Reis first landed at Augusta and Licata in Sicily, before capturing the island and castle of Pantelleria. In July 1552 he landed at Taormina and later bombarded and disabled the ports on the Gulf of Policastro. He later landed at Palmi and captured the city, before sailing to the Gulf of Naples in order to meet with the other branch of the Ottoman fleet under the command of Sinan Pasha and the French fleet under the command of Polin de la Garde. After arriving at the meeting location, Turgut Reis anchored his ships off the beach of Scauri, near Formia, where he met with the fleet of Sinan Pasha, but their French ally did not show up in time. After waiting for several days, Sinan Pasha decided to return to Istanbul, following an order by Suleiman to do so in case of a delay or postponement of the meeting. Turgut Reis convinced Sinan Pasha to join him, and their combined fleet bombarded various ports of Sardinia and Corsica, before capturing the island of Ponza. From there the Turkish fleet sailed towards Lazio and bombarded the ports belonging to the Papal States and the Kingdom of Naples, even though Henry II had guaranteed the Pope that the Ottoman fleet would not damage the Vatican's possessions. Due to bad weather, however, Turgut Reis and Sinan Pasha sailed back to the Gulf of Naples and landed at Massa Lubrense and Sorrento, capturing both towns. They later captured Pozzuoli and the entire coastline up to Minturno and Nola.

In response, Andrea Doria set sail from Genoa with a force of 40 galleys and headed towards Naples. When the two fleets first encountered off Naples, Turgut Reis managed to capture seven galleys, with colonel Madruzzi and many German soldiers of the Holy Roman Empire on board.

The two fleets later went southwards, where, on 5 August 1552, Turgut Reis defeated the Spanish-Italian fleet under Andrea Doria at the Battle of Ponza.


Beylerbey of the Mediterranean
Following this victory, Suleiman appointed Turgut Beylerbey (Chief Regional Governor) of the Mediterranean Sea.

In May 1553 Turgut Reis set sail from the Aegean Sea with 60 galleys, captured Crotone and Castello in Calabria, and from there marched inland. Later he landed on Sicily and sacked most of the island until stopping at Licata for replenishing his ships with water. Afterwards he assaulted Sciacca and Modica in southern Sicily. From there he went to the island of Tavolara and to Sardinia, later headed towards Porto Ercole and landed on the coast, before setting sail towards Elba, where he captured Marciana Marina, Rio and Capoliveri. From there he sailed to Corsica and took Bonifacio, Bastia and Calvi on behalf of France, then ally of the Ottoman Empire, which paid him 30,000 gold ducats for the expense of ammunition in the conquest. Leaving Corsica, Turgut Reis returned to Elba and attempted to capture Piombino and Portoferraio, but eventually gave up and captured the island of Pianosa and recaptured the island and castle of Capri (previously captured by Barbarossa back in 1535) before returning to Istanbul.

In 1554 he sailed from the Bosphorus with 60 galleys and passed the winter in Chios. From there he sailed to the Adriatic Sea and landed at Vieste near Foggia, capturing and sacking the city. He then sailed towards Dalmatia and bombarded the port of Ragusa (Dubrovnik), capital of the maritime Republic of Ragusa. In August 1554 he landed at Orbetello and raided the coasts of Tuscany.

The following year, in July 1555, he landed at Capo Vaticano in Calabria, and from there marched to Ceramica and San Lucido, bombarding these cities, before capturing Paola and Santo Noceto. He then sailed to Elba and captured the city of Populonia before assaulting Piombino. From there he sailed to Corsica and ransacked Bastia, taking 6000 prisoners. He later assaulted Calvi before setting sail towards Sardinia and bombarding the ports of that island. From there he turned towards Liguria and landed at Ospedaletti, capturing the city and the coastline around it. He later landed at San Remo before returning to Istanbul.


Pasha of Tripoli
In March 1556 Turgut Reis was promoted to the rank of Pasha of Tripoli. There, he strengthened the walls of the citadel surrounding the city and built a gunpowder bastion (Dar el Barud). He also strengthened the defenses of the port and built the Turgut (Dragut) Fortress in place of the old Fortress of San Pietro. In July 1556 he again set sail and landed at Cape Santa Maria at the island of Lampedusa, where he captured a Venetian ship which transported ammunition and weapons for the defense of Malta. He later landed in Liguria and captured Bergeggi and San Lorenzo. In December 1556 he captured Gafsa in Tunisia and added it to his territory.

In the summer of 1557 he left the Bosphorus with a fleet of 60 galleys and, arriving at the Gulf of Taranto, he landed in Calabria and assaulted Cariati, capturing the city. He later landed at the ports of Puglia.

In 1558 he added Gharyan, about 70 miles south of Tripoli, to his territory. He then defeated the Beni Oulid dynasty with a force of janissaries and added their territories to the Ottoman Empire. He later took Taorga, Misratah and Tagiora, before recapturing the island of Djerba and adding it to his province. In June 1558 he joined the fleet of Piyale Pasha at the Strait of Messina, and the two admirals captured Reggio Calabria, sacking the city. From there, Turgut Reis went to the Aeolian Islands and captured several of them, before landing at Amalfi, in the Gulf of Salerno, and capturing Massa Lubrense, Cantone and Sorrento. He later landed at Torre del Greco, the coasts of Tuscany, and Piombino. In August he captured several ships off Malta. In September 1558 he joined Piyale Pasha, and the two admirals assaulted the coasts of Spain before capturing Minorca and inflicting particular damage on the island's ports.

In 1559 he repelled a Spanish attack on Algiers and put down a revolt in Tripoli. In that same year he captured a Maltese ship near Messina. Learning from its crew that the knights were preparing for a major attack on Tripoli, he decided to sail back there and strengthen the city's defenses.


Battle of Djerba
In the meantime, he had made enemies of many of the nominally Ottoman, but practically independent rulers in Tunis and the adjoining hinterland, and several of them concluded an alliance in 1560 with Viceroy Cerda of Sicily, who had orders from King Philip II of Spain to join his forces in an effort to capture Tripoli. This campaign ended in failure when the Ottoman fleet under the command of Piyale Pasha and Turgut Reis defeated the fleet of the Holy League of Philip II in the Battle of Djerba.

In March 1561 Turgut Reis and Uluj Ali captured Vincenzo Cicala and Luigi Osorio near the island of Marettimo. In June 1561 Turgut landed on the island of Stromboli. In July 1561 he captured seven Maltese galleys under the command of knight Guimarens, whom he later freed for a ransom of 3,000 gold ducats. After stopping at Gozo to replenish his galleys with water, he sailed back to Tripoli. In August 1561 he laid siege to the city of Naples and blocked the port with 35 galleys.

In April 1562 sent scout ships to explore all corners of the island of Malta. Still in 1562 he laid siege to Oran which was under Spanish control.

In 1563 he landed at the shores of the province of Granada and captured the coastal settlements in the area like Almuñécar, along with 4,000 prisoners. He later landed at Málaga. In April 1563 he supported the fleet of Salih Reis with 20 galleys during the Ottoman siege of Oran, bombarding the Fortress of Mers-el-Kebir. In September 1563 he sailed to Naples and captured six ships near the island of Capri, which carried valuable goods and Spanish soldiers. He later landed at the Chiaia neighbourhood of Naples and captured it. From there he sailed to Liguria and Sardinia, raiding the coastal towns, particularly Oristano, Marcellino and Ercolento. He then sailed to the Adriatic Sea and landed on the coasts of Puglia and Abruzzo. He later landed twice at San Giovanni near Messina with a force of 28 galleys. In October 1563 he sailed towards Capo Passero in Sicily and later landed once more on Gozo, where he briefly fought against the knights.


Siege of Malta and Death
When Sultan Suleiman ordered the Siege of Malta in 1565, Turgut Reis joined Piyale Pasha and the Ottoman forces with 1,600 men (3,000 according to some sources) and 15 ships (13 galleys and 2 galliots; while some sources mention 17 ships) on 31 May. He landed his troops at the entrance of Marsa Muscietto, a cape which is now named 'Dragut Point' after Turgut Reis. There he met with Lala Mustafa, commander of the Ottoman land forces, who was besieging Fort St. Elmo. He advised him to first capture the citadel of Gozo and Mdina (the old capital city of Malta) as soon as possible, but this advice was not taken. He also arranged for more cannonfire to be concentrated on the recently-built Fort St. Elmo which controlled the entrance of the Grand Harbour and seemed weaker than the other forts; joining the bombardment with 30 of his own cannons. In only 24 hours the Ottomans fired 6000 cannon shots. Realizing that Fort St. Elmo and Fort St Angelo (the main headquarters of the Knights on the other side of the Grand Harbour) could still communicate with each other, Turgut Reis ordered a complete siege of Fort St. Elmo with the aim of isolating it from Fort St. Angelo. On 17 June, during the bombardment of the fort, a cannon shot from Fort St. Angelo across the Grand Harbour struck the ground close to the Turkish battery. Debris from the impact mortally injured Turgut Reis, who lived until 23 June 1565, just long enough to hear the news of the capture of Fort St. Elmo.

Turgut's advice to capture Mdina and Gozo was never taken, to the detriment of the Ottomans. Forces from Mdina in particular, harried Turkish troops for the remainder of the Siege, and at one point prevented the key city of Senglea from falling into Ottoman hands.

His body was taken to Tripoli by Uluç Ali Reis and buried there.