25 Ağustos 2007

UZUN BEYAZ BULUT-GELİBOLU



Özet-Sinopsis

2000 yılında Gelibolu' yu ziyarete gelen genç bir Yeni Zelanda' lı kadın (Viki), Çanakkale Savaşı gazisi bir Türk'ün aslında kendi büyük dedesi olduğunu iddia edince ülke çapında bir skandal patlar. 1985 yılında eceliyle ölen ve Çanakkale'de çok sevilen, saygın bir Türk gazisinin aslen bir Anzak askeri olduğu iddiası, Birinci Dünya Savaşı'nın Çanakkale cephesinde birbirlerine karşı savaşan ülkelerin diplomatlarını, asker ve tarihçilerini de kapsayan uluslararası boyutta büyük bir polemiğe yol açmıştır. Bu sırada Gelibolu' ya büyük dedesinin izlerini aramaya gelen Yeni Zelandalı kadın, kendi büyük dedesi olduğunu iddia ettiği Türk gazisinin yaşayan tek çocuğu, yaşlı kızının (Beyaz Hala) evine misafir edilmiştir. Gelibolu' da bilgeliği, deneyimleri ve babasına duyulan saygı nedeniyle çok sevilen yaşlı köylü kadın, babasının Çanakkale savaşı sırasında yazdığı mektupları, yabancı genç kadına verir. Genç kadın da kendi büyük dedesinin aynı tarihlerde, aynı yerden evine yazdığı mektupları yanında getirmiştir.

Roman ilerledikçe okurun da bir dedektif gibi katılacağı iz sürme serüveni, tez-antitez ekseninde milliyetçilik, emperyalizm gibi konular üzerinde cesur ve farklı bir yolculuğa çıkarken, sekiz buçuk ayda 500.000 genç insan hayatının yokolduğu, Türk ve dünya tarihi açısından çok önemli sonuçlara neden olan Çanakkale Savaşları'nın insani ayrıntıları da gün yüzüne çıkmaktadır. Yaşlı köylü kadının İstanbul'da yaşayan avukat torunu (genç Ali Osman), büyük ninesini ziyaret için Gelibolu'ya gelince, yabancı kadın uzak akrabası olduğuna inandığı bu genç adamın tarihi yeniden okumak, yeniden yorumlamak tezleriyle, karizmatik albenisi arasında sıkışır, bocalar. Aralarındaki duygusal gerilim, her ikisinin de büyük dedelerinin aynı savaşta birbirlerine karşı savaşan iki düşman asker mi, yoksa bir Türk askerinin şehit olmadan önce tesadüfen kurtardığı, aklını kaçırmış bir Anzak askeri mi olduğu sorusuna yoğunlaşmalarını güçleştirir. İki gencin büyük dedelerinin izlerini sürerken yaşadıkları aşk, romanın can alıcı gizemini çözmekte beklenmedik açılımlar yaratır. Ve geldikleri noktada evrensel bir soruyla karşılaşırlar: Eger aynı adam aynı savaşta iki düşman ülkede savaş kahramanı olmuşsa, 21. yy insanlığı bunu kabul edebilecek kadar gelişmiş midir? Yoksa bazı sırlar sonsuza dek korunmalı mıdır?

Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu, Türk Tarihi' nin en önemli zaferlerinden Çanakkale Savaşları' na 2000' li yılların bilinciyle ve uluslarası tezleri de ciddiye alarak bakan, epik bir roman. Tarihin ve savaşların insani ayrıntılar bilinmeden anlaşılamayacağının derinlikli, lirik ve edebi bir kanıtı.

Yazmak ilaç gibidir hayat kurtarır....Buket Uzuner ile söyleşi

Çocukluğunda astronot ya da denizaltı kaptanı olmayı düşlermiş. Yaşıtları ip atlarken o, dünyanın karanlıkta saklanan derinliklerini merak edermiş. Yıllar sonra akademisyen olduğunda da maceracı ruhu ağır basmış, sırt çantası ile ülke ülke dolaşıp gezgin olmuş. Buket Uzuner yazmadan yaşayamayacağını, yazmanın astronot ve denizaltı kaptanı olmak anlamına geldiğini söylüyor.
Akademik kariyeriniz devam ederken, sadece edebiyat dünyasında yer almaya, çalışmalarınıza bağımsız devam etmeye nasıl karar verdiniz?
Tabii öyle birden radikal bir dönüşüm olmadı hayatımda; yani bir gün, birden Ferrari’lerimi satıp, edebi aleme(!) göçmedim। Büyüdüğünde astronot ve denizaltı kaptanı olmak isteyen bir çocuktum. Dünyanın kendisinden çok sonsuzluğa açılan dışını ve karanlıkta saklanan diplerini merak ederdim. O zamanlar benim için roman ve film kahramanları, gerçek hayattaki kahramanlardan daha önemliydi. Önümde pek fazla kadın prototip ve rol modelleri olmamasına karşın, kendimi bir kahraman olarak düşlemek, bir gelin olarak düşlemekten daima önemli olmuştu. Sonrası şöyle gelişti: Dünyanın ve yaşamın sırlarını anlayabilmek için yurtiçi ve yurtdışındaki bazı üniversitelerde bilim eğitimi aldım, bilimsel proje ve araştırmalarda çalıştım, bir bilim insanı oldum. Başka kültürleri tanımak ve anlayabilmek için sırtımda çantam, cebimde diplomam, çantamda bir tutam cesaretle üç kıtanın daha çok kuzey coğrafyalarında, daha çok trenlerle seyahat ettim. Bir gezgin oldum. Ama hâlâ bir uzay gezisine katılmış değilim!॥ Bütün bunların hiçbiri yazmama engel olmadı. 18 yaşımdan beri yazıyor ve yayımlıyorum. Çünkü ne yaparsam yapayım daima yazıyordum. Sonunda, kurgu yazarı olarak kendi karakterlerimi yaratmanın ve dünyanın üstündeki ya da dışındaki canlıları yazmanın, aynı zamanda bir astronot ve denizaltı kaptanı olmak anlamına geldiğini öğrendim. O gün, bu gündür yazıyorum.


Yazı yazarken özellikle tercih ettiğiniz ortamlar var mı?
Yaşadığım şehirlerde evime yakın kafeleri, pastaneleri bazen bir kahve-çay, bazen öğle yemeği ederine yazı-evime, büroma çeviririm. Kalabalıklarda yalnız kalmak yazarken iyi geliyor bana. Ancak son yazımlarda, en cinnet zamanlarımda, adına ‘çile odası’ dediğim çalışma odama hapsolurum geceler boyu...
Çalışırken takıntılı olduğunuz şeyler ya da olmazsa olmazlarınız var mı?
Kahve, müzik, kahve, müzik, kahve ve tekrar müzik!
Dibe vurduğunuz anlar oldu mu? Bir yazarın dibe vuruşlarından çıkışı diğer insanlardan ne gibi farklılıklar gösterir?
‘Dibe vurmak’ insanın ümitlerinin tamamen kırıldığı, en çok güvendiği, en yakınları tarafından yalnız bırakıldığı veya gelecek korkusuyla kabus gördüğü zamanlarsa, bunları yaşamamış birinin edebiyatçı olamayacağına inanıyorum. Sanırım yaratıcı sanatı iş edinenler, sinir uçları açık doğmuş uyumsuzlar arasından çıkıyor. Şairlerin, yazarların, besteci ve ressamların acıyı tanımamış olmaları olası değil... Ama yine de yazmak iyileştiricidir ve gerçekten hayat kurtarır...
İlk yazılarınızı kiminle paylaştınız? Sizi yüreklendiren biri ya da birileri oldu mu?
Edebiyatın okulu olmadığından biraz usta-çırak işidir, ancak henüz çıraklık yıllarındayken çoğunlukla ustalarınızı yalnızca kitaplarından tanıyıp, yararlanırsınız. Şanslıysanız onları tanır, onlardan el alırsınız. Benim ustalarım arasında Attila İlhan, Tomris Uyar, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu vardı. Bunlardan özellikle Attila İlhan’ın uzun yıllar süren emeğini hep şükranla anarım. ‘Kumral Ada-Mavi Tuna’ bu yüzden ona ithaf edilmiştir.
Bir yazarın kariyer haritası olur mu? Stratejik olarak planlayarak da yazarlık, edebiyat serüveni devam eder mi?
Eğer bir reklam veya senaryo yazarından söz ediyorsak olabilir. Ancak bir hikâyeci, bir romancı veya şairin bir kariyer planı olamaz, işin doğasına aykırıdır bu. Bir yazar bazen 4 - 5 yıl bir konuya bağlanır ve rüyalarıyla bile ona adanır. Borges’nin çok sevdiğim bir sözü var: “Yazarın işi kendi hayal gücünü harekete geçiren şeyleri yazmaktır.” Bu da hesaba, plana gelmez, gelemez. İşte bu nedenle yazarların para-pul düşünmeyecek kadar özgür olabilmeleri önemlidir. Bazı ülkelerde bunu sağlamak için, yazarları aç kalmayacak kadar burslar ve maddi desteklerle rahatlatıyorlar.
Başka dillere çevrilen kitaplarınız var. Yurtdışı ile ülkemiz arasında kitap tanıtım faaliyetleri arasında ne gibi farklar var?
İtalya’da ve Yunanistan’da yayımlanan ‘Kumral Ada-Mavi Tuna’ ve ‘Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu’ için dergi ve gazetelerde bizdeki gibi tanıtımlar yayımlandı. Yunanistan ve İsrail’de özel basın toplantısıyla gazetecilere yazarı tanıtıyorlar. Bir İtalyan yemek dergisi de, Kumral Ada-Mavi Tuna’daki Türk mutfağını konu edinerek farklı açıdan tanıttı. Ancak ilk büyük promosyon aynı romanın Kore’de yayımlanacak Korecesi için yapılacak bu kış. Bakalım neler planlıyorlar?
Yazar olacağını hisseden, belki de kimseye söylemeden bu yola doğru girmiş ve çıkış noktası arayan gençlere neler öneriyorsunuz?
Yazarlık hissedilen bir şey değildir, çünkü bir genç yazdıklarının ve kendi kapasitesinin farkındadır aslında. Her şeyden önce yazmayı çok sevdiğini bilir. Sonra kendini en iyi yazarak ifade ettiğini fark ediyor, okumayı çok ama çok seviyor ve hayatını buna adayacak kadar yazmaya takıyorsa -takmayı: obsesyon anlamında söylüyorum- zaten yazmadan yaşayamıyordur. Aynı zamanda çok severek okuduğu roman/hikâyelerden daha iyisini yazabileceğine dair hınzırca bir hırsa kapılıyorsa, bir de yazarak ünlü ve zengin olmayacağını göze alabiliyorsa, zaten onun önündeki tek engel kendisidir. Göz atmam için yollanan hikâye veya denemeleri okumadan önce, yazar adayının bana yazdıkları mektuba bakarak bile karşımdaki gencin yazma hırsı, edebiyata adanma, yenilgilere dayanıklılık kapasitesi ve kültürel derinliğine dair önemli izler yakalayabiliyorum. Kolaycı, okumayı sevmeyen, yüzeysel, kendi hayatını dünyanın en önemli hikâyesi sanan, Türk yazarlarını tanımayan ve çabucak çok okunan bir yazar olmaya can atanlara buradan da, en kısa yoldan başka yönlere dönmelerini öneriyorum. Çünkü yazarlık çileli bir yolculuktur ve en çok kendini huzura kavuşturmak, iyileştirmek için yapılır. Farklı ve ilginç sözü, tarzı olmayanlar bence kendilerini hiç üzmesinler.
Çok güzel bir internet siteniz var. Site açmaya nasıl karar verdiniz? Nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?
Bilim ve teknolojiye meraklı bir çocuktum. 1980’lerde genetik ve biyoteknoloji okumaya heves ettiğimi düşünürseniz, teknoloji dostu biri olmam çelişkili gelmeyecektir size.
www.buketuzuner.com sitesi de 1999’da kuruldu ve belki de ilk edebiyatçı sitelerinden. Sitem olmasını en çok kitaplarım hakkında ödev, tez veya araştırma yapan öğrencilere kaynak sağlamak amacıyla istedim. Ayrıca yazdıklarımı yayımlatacak gazete - dergi bulamadığımda en özgür platform olarak kullanışa açık olması büyük ferahlık sağlıyor. Şu anda özel nedenlerle atıllaşan bu siteyi Arda Balkan hazırladı. Site aynı zamanda yabancı yayıncılara ve okurlara da sınırlı olsa bile kullanışlı bir kaynak olarak servis veriyor, bu açıdan da işime yarıyor. Ayrıca blogları da seviyor, bazılarını takip ediyorum. Bence herkesin ama özellikle, işsizlerin ve ev kadınlarının da siteleri olmalı. Biliyorsunuz ücretsiz olan alanlar da mevcut. Neden onlar derseniz, yazar olduğunu söylediğinde devletimiz, Sait Faik’e işsiz, Sevgi Soysal’a ev kadını etiketini yapıştırmıştı!
Asuman Korugan

15 Ağustos 2007

Bende Mimlenmişim Meğer....

Evet TUNCEL beni mimlemiş .Ne yapmalıyım bilmiyorum.Şöyle bir düşüneyim....Benim pembe yalanlarım nelerdir?

*** Moralim çok bozuk olsa da aileme ve dostlarıma hep moralimin iyi olduğunu söylerim.

*** Eşimle kavga etsem başkalarının yanında hiç olmamış gibi davranırım.

*** Parasız kalsam asla paylaşmam, varmış gibi davranırım.

Bunların dışında pek pembe yalanlarım olmaz ki... Ben zaten yalan söyleyemem ki.Hemen yüzüm kızarır kendimi ele veririm.Bu da benim karakterim değişmiyor maalesef.Ama yinede ne kadar sıkıntısını da çeksem böyle olmaktan mutluyum.

Bende size uyum sağlayayım da birilerini mimleyeyim o zaman... Eda, Osman bende sizi mimledim....

14 Ağustos 2007

Ermeni Evlatlıkları - Erhan Başyurt




1915'te uygulanan ve bir yıl süren zorunlu göç kararı sırasında ortada kalan binlerce Ermeni çocuğun Müslüman ailelerin nüfuslarına kaydedilmesinin ortaya çıkmasıyla, Ermeni Tehciri'nin bugüne kadar karanlıkta kalmış bir yüzü daha aydınlanmış oldu. Nüfus cüzdanlarında anne-babaları müslüman gözüken ancak ataları Ermeni olan bu evlatlıkların torunları şimdi yakınlarını arıyorlar…
Bu tarihi trajedinin gündeme gelmesi birçok soruyu da beraberinde getirdi; Ermeni evlatlıklar, Osmanlı'nın zulmünü mü, Müslümanların vicdanını mı gösteriyordu?
Evlatlık verilenlerin dışında 100 bin kadar Ermeni Tehcir yıllarında din değiştirerek (mühtedi) Müslüman mı olmuştu?
Ermeniler, Türk yetimleri ve Müslüman evlatlıkları neden kaçırmıştı?
Birçok 'Kürt isyanı'nın arkasında Ermeni evlatlıklar mı vardı?
Ermeni evlatlıklar, Gregoryan dini inançlarını sürdürdürerek ve iç evlilikler yaparak 'Kripto Hıristiyanlar' ya da 'Gizli Ermeniler' olarak varlıklarını nasıl korumuştular?
Sol terör örgütü TİKKO ve PKK içerisinde etkin konumda bulunan 'Gizli Ermeniler' neden daha çok Alevi ve Kürt kimliklerini tercih ediyorlardı?
Mevcutluğu halen tartışılan 'Gizli Ermeniler', Türkiye Cumhuriyeti karşıtı bölücü ve yıkıcı terör örgütlerine niçin katılıyorlardı?

Asya Kurdu / Kızıl Kılıç’ın Dönüşü - Süleyman Yücel




M.Ö.124...

Yazıl tarihte ilk kurulan Türk Devleti Büyük Hun İmparatorluğu...
İlk düzenli orduyu kuran, siyasi oluşumların yapılanmasına
izin veren ve kanunlar çıkartan Metehan... Türk akınları
karşısında şaşkına dönen Çin İmparatoru...

Göçebe olarak yaşamlarını sürdürürken, devlet ve millet
olgusunu özümseyen ve düşmanlarına korku salan bir halk.

Kurulan ilk Türk Devleti'nden bu yana kahramanlık, mertlik, iyi
yüreklilik ve aklıselimlik atalarımızdan kalan en büyük miras.
Türk insanı, devlet nizamına sonsuz saygı duyar. Böylelikle
devlet halkına hizmet etmek için yükselir, milletin saadeti artar.

Bu romanda, Türk ulusal tarihinin ilk zamanlarında dahi devlet
düşmanlarının varolan düzeni bozmak için başvurmuş oldukları
sinsi girişimlere tanık olacaksınız. Ayrıca Türk milletinin
dünya medeniyetlerinin en yüksek zirvesine ulaşabilecek
meziyetlere sahip olmasının temellerinin nasıl atıldığını göreceksiniz.

Asya Kurdu, hem hikaye örgüsüyle hem de özgün diliyle okuyucuyu tarihe tanıklık ettiren bir roman.

Göktanrı - Sabir Rüstemhanlı




1946 yılında doğan Sabir Rüstemhanlı, Azerbaycan Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi'ni bitirmiştir. Sabir Rüstemhanlı, asıl şöhretini şiirleriyle yapmıştır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde neşredilmiş 20'den fazla kitabı vardır. 'Gence Kapısı', 'Sağol Ana Dilim', 'Kan Yaddaşı' adlı şiir kitapları 1970-1980'li yıllarda Orta Asya gençlerinin millî şuurlarının gelişmesinde önemli rol oynamıştır. 1995 yılında neşrettiği 'Bu Senin Halkındır' kitabı 20. yy'ın sonunda Azerbaycan'ın edebî, sosyal fikri ve millî tefekkürünü göstermesi açısından çok önemli kabul ediliyor.Sabir Rüstemhanlı Göktanrı'da, Türkler'in 'tevhid' anlayışını ete kemiğe büründürüyor.

'Sabir'in eserlerindeki yürek ağrıları vatanımız için yanan bir oğlun feryadıdır. Ben onun, tepeden tırnağa kadar yanan ruhunu ve mücadelesini alkışlıyorum.' Bahtiyar Vahapzade

Son dönem Azerbaycan edebiyatının önde gelen isimlerinden Sabir Rüstemhanlı, Göktanrı'da Türklerin İslamiyet öncesi 'tek tanrı inancı' arayışlarını ve yaşadıkları tarihi süreci destanlaştırarak anlatıyor. Oğuz Han'ın doğuşu etrafında gelişen tarihte, tüm Türk boylarının izini sürüyor ve Türklerin gittikleri tüm coğrafyalarda oluşturdukları medeniyeti ortaya çıkarıyor. Göktanrı, kendi alanında bir ilk eser ve bir başyapıt. Hem bir Türk mitolojisi, hem bir Türk tarihi, hem de modern döneme göndermeleriyle incelikli bir eser.

'Aradan binlerce yıl geçti. Sözün dilimizde, kanın damarlarımızda, gücün ruhumuzda... Yaşıyoruz! Senin açtığın yollar bir daha kapanmadı. O yollar her zaman senin soydaşlarının, kanını ve ruhunu taşıyan büyük milletinindir. Gün çıkanda Çin'in
yoketmek ve eritmek politikası içinde, güneyde uydurma 'ari' hilekarlığının dolaplarında, gün batanda ruh hırsızlarıyla yumruk - yumruğa vuruştun... Biz dünyayı kurduk, ancak dünya bizi bırakmıyor... Bin yıldır ruhumuzu çalmaktan, bizi öldürmekten yorulmuyor dünya... Biz de tükenmiyoruz, tükenmeyeceğiz! Yeniden ver bize o birlik ruhunu. Geri ver bize o gökten gelen 'tanrısallığımızı'! Neredesin 'tanrı'nın büyükelçisi?'

10 Ağustos 2007





Konfüçyüs, Hükümdar'ın isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde
olmayı kabul etti.

Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Şao-Çeng'i idam ettirdi,
cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti. Öğrencileri çok şaşırdılar,
yanına gittiler, sordular :

"Şao-Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur. Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı..."

Konfüçyüs "yaptığımın nedenlerini size anlatayım" dedi ve anlattı :

"Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler.

Bu beş suç şunlardır :

Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklik;

İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık;

Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık;

Dördüncüsü herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte
herkesle dost geçinmek;


Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı
haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.


Şao-Çeng'de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor,hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu.Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar.Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim."

Konfüçyüs




Konfüçyüs (M.Ö.551 Shandong -M.Ö.479 Shandong), asıl adı Kongfuzi (孔夫子) olan ünlü bir Çinli filozoftur. Zannedilenin aksine bir din adamı değildir ve dinle ilgili çok fazla konuşmamıştır.
Konfüçyüs'ün düşünceleri yüzyıllar boyunca Doğu Asya'yı derinden etkilemiştir. Çin'de,
Savaşan Beylikler Dönemi ya da İlkbahar ve Sonbahar dönemi denen, derebeylerinin (Savaş efendileri) birbirleriyle savaştıkları bir dönemde yaşamıştır. Dünyaya tekrar bir düzen verebileceğine inanıyordu ancak bunu başaramadı. Kendisine bu imkânı sağlamalarını istemek ve kendi fikirlerini kabul ettirmek için Çin hükümdarlarını dolaşmaya başladı. Sonunda, öğretilerini geliştirdi ve bunları para karşılığı öğretmeye başladı. İsminin sonundaki 'Tzu', 'usta öğretmen' veya 'üstat' anlamına gelir. Kendisine olan sonsuz güveni, öğretilerindeki mistik tutumu, gelişmiş hitap yeteneği sayesinde tarihteki en bilinen öğretmenlerden biri olmuştur.
Öğretileri yönetim ile alakalı olmakla birlikte, halk için de ciddi bir manevi sorumluluk öngörmektedir. Temelde felsefesi:
ahlak, sosyal ilişkiler, politika ve adalet olarak dört ana ayağa oturur. "Oğuldan istenen babaya, memurdan istenen hükümdara, kardeşten istenen ağabeye, arkadaştan istenen de kendisine verilmelidir" diyerek, felsefesinin neredeyse tüm boyutlarını yansıtmıştır. Ciddi bir hiyerarşi ve görev dağılımı söz konusudur.
Bu felsefe zamanla Han hanedanının benimsediği
Taoizm ve benzeri felsefeler arasından sıyrılarak, geniş Asya topraklarındaki hâkim felsefe, hatta din oldu. Bu akıma Konfüçyüsçülük dendi. 20. yüzyıl başına kadar Çin devletlerinde resmî din olarak kabul edildi.
Tüm düşünceleri, kendisi öldükten sonra
Analekt - Konfüçyüs’tan Seçmeler denen derlemelerde toplandı. Bu derlemelerde, kendisi ve öğrencileri arasında geçen konuşmalara yer verildi. Burada yazanların çoğunun gerçekten Konfüçyüs'a ait olmadığı ama zamanla onun düşünceleri gibi kabul edildiği bilinir. 'Büyük Bilgi' ve 'Ortayol Doktrini' bu derlemelerde tüm insanlığa açıkça bildirildi.

9 Ağustos 2007

SÖZÜN ÖZÜ





**** Haksızlık karşısında eğilmeyiniz; çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz. (Hz. Ali (r.a))
**** Haksızlığa baş kaldırmayanlar, onlardan gelecek her kötülüğe katlanmalıdırlar. (Hz. Ali (r.a))
**** Cahillerin kalbi dudaklarında, âlimlerin dudakları kalplerindedir.(Hz. Ali (r.a))
**** Gerçek zengin, bilgisi çok olan insandır. (Hz. Ali (r.a))
**** Hiç kimse, diğer bir kimsenin kulu değildir. (Hz. Ali (r.a))
**** Özü doğru olanın, sözü de doğru olur. (Hz. Ali (r.a))
**** Sakladığın sır senin esirindir. Açığa vurursan sen onun esiri olursun. (Hz. Ali (r.a))
**** Hiçbir acı, cehaletten daha fazla zahmet verici değildir. (Hz. Ali (r.a))

6 Ağustos 2007

Yunus Hürmetine



"Anadolunun iç aydınlığı" bütün Anadolu'nun sevgilisi insan sevgisinin, hoşgörünün sınırlarını,

Yaradılmışı hoşgör
Yaradandan ötürü

Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil.

gibi söyleyişlerle kimseye nasip olmayacak ölçüde genişleten Yunus Emre (1240-1320) Tapduk Emre'nin dergahında uzun süre zevk ve hevesle odun taşımış, ayak işleri yapmıştı. Ama Tapduk bir türlü arzuladığı gibi Yunus'u ele almıyor, eren lerin gönül deryasından bir katre sunmuyordu. Yunus bu konuda bir dilekte bulunsa "Sen hâlâ dünya kokuyorsun" deyip savuşturuyordu. Yunus "Herhalde benim nasibim burada değil, bir başka şeyhin kapısında" diyerek Tapduk'a dahi haber vermeden dergahı terketti. Ama dergahtan uzaklaştıkça içini bir hüzün kapladı. Tapduk Emre'nin kapısında en basit işleri yaparken bile gönlünde bir aydınlık, bir ferahlık, bir yumuşaklık vardı. Dergahtan ayrılalı gönlü kararmış, katılaşmıştı, uzaklaştıkça içini Tapduk'a ve dergaha karşı bir hasret kaplıyordu. Bu yolculuk sürerken bir akşam vakti yedi kişilik bir başka yolcu grubuna rastladı. İçini kaplayan hüzün ve hasrette belki bir hafifleme olur diye kendi de onlara katıldı. Yol arkadaşları ermiş kılıklı, yaşlıca insanlardı. Güven veren halleri vardı. Birlikte sürdürülen bu yolculuk sırasında bir an geldi ki hiçbirinin çıkınında (azık çantası) birşey kalmadı. Biryerde mola verdiler, açlık canlarına tak etmişti. Bu yedi arkadaştan bi ri ellerini kaldırıp Yaradan'a niyazda bulundu. Bu dua ve yakarmanın akabinde önlerinde türlü yiyeceklerle donanmış bir sofra peydah oldu. Yediler içtiler Rablerine şükrettiler. Bundan sonra bu yedi yolcudan herbiri yolda acıktıkça dua etti ve yemekleri ilahi bir lütuf olarak ikram edildi. Sonunda dua sırası Yunus'a gelmişti.
Yunus soğuk terler döküyordu. İşin içinde mahcup olmak vardı. Yol arkadaşlarının her biri Allah katında makbul kişilerdi ki duaları kabul görüyordu. Kendinin böyle bir imtiyazı yoktu. Ama duayı yapacaktı, çaresi yoktu. Bütün varlığı ve içtenliğiyle Allahla yalvardı: "Ya Rabbi, şu yol ar kadaşlarım sana kimin yüzü suyu hürmetine yalvarıyorlarsa ben de onun yüzü suyu hürmetine yalvarıyorum, beni mahcup etme..." Bu duanın arkasından öncekilerin iki katı yiyecek içecek lütfedildi. Şaşkınlık sırası yedi yolcudaydı. Sordular:

- Ey arkadaş, sen kimin hürmetine dua ettin? Yunus,

- Önce siz söyleyin dedi. Açıkladılar:

- Biz Tapduk Emre'nin dergahında Yunus adında çok makbul ve muteber bir derviş varmış onun hürmetine Allah'a yakarmıştık.

Yunus esas şimdi mahcup olmuştu. Yunus'un kendisi olduğunu açıklamaya utandı. Tapduk Emre'ye karşı da kalbini bozmuştu. Halbuki Tapduk ona Allah yolunda epeyi dereceler kazandırmıştı. Büyük bir pişmanlık içinde, bedeninden sıyrılmış bir ruh gibi akarak Tapduk dergahına döndü ve şeyhine bu defa kendini kayıtsız şartsız teslim etti.

Millet-i Sâdıka'nın İhaneti




Ermeni Meselesi

Osmanlı topraklarında 600 yıl yaşamış, Hıristiyan bir milletti onlar. Dinlerine, dillerine, gelenek ve göreneklerine müdahale edilmemişti. Serbestçe ticaretlerini yapmış, çocuklarını eğitmişlerdi. Osmanlı yönetimiyle uyum içinde yaşadıkları için “Millet-i Sadıka” adını almışlardı. Ermenilerden söz ediyoruz. Nice karanlık siyasi emellere malzeme olan veya edilen Osmanlı Ermenilerinden ve o çok “tartışmalı” Osmanlı-Ermeni münasebetlerinden...
Osmanlı toplumu, diğer bir çok etnik unsur gibi Ermenileri de kendilerinden farklı görüp ayırmamıştı. Onlarla komşuluk yapmış, ticari ilişkiler kurmuşlardı. Yönetim kadrolarında yer verilmiş, danışmanlık, tercümanlık, hatta bakanlık olmak üzere devletin her kademesinde istihdam edilmişlerdi. İçlerinden edebiyatçılar, müzisyenler, mimarlar, bürokratlar ve tıp adamları çıkmış, Osmanlı’nın toplum dokusunda bir renk olmuşlardı.

Evet; Ermeniler, Osmanlı’nın temel unsurlarından birini oluşturuyorlardı. Ta ki 3 Mart 1878’deki Ayastefanos Antlaşması’na kadar.

KAPI BİR KEZ ARALANINCA

Ayastefanos Antlasması, Ermenilerle ilişkilerimizde bir dönüm noktasıdır. Bu antlaşmadan sonra İstanbul kapılarına kadar dayanan Rus Prensi Grandük Nikola’yı karşılamak üzere harekete geçen Ermeni Patriği Narses, Ermenilerin isteklerinden oluşan bir listeyi Nikola’ya iletti. Bu listede esas olarak, Ermenilerin yaşadıkları vilayetlerde ıslahatlar yapılması ve Müslüman halka karşı haklarının korunması isteniyordu. Bu istekler, Ayastefanos Antlaşmasına ve daha sonra aynı yılın 13 Temmuz’unda imzalanan Berlin Antlaşması’na birer madde olarak eklendi.

Bunun anlamı şuydu: Rusya ve batılı devletler, Osmanlı topraklarında nüfuz alanları oluşturmak için, büyük bir fırsat yakalıyorlardı. Osmanlı’yı içten içe bölmek için artık düğmeye basılmış oluyordu.

ANADOLU ÜZERİNE OYUNLAR

Osmanlı Devleti, iç işlerine karışılmasına ve bilhassa Hıristiyan tebaanın tahrik edilmesine karşıydı. 4 Haziran 1878’de imzalanan Kıbrıs Antlaşması’yla, topraklarında yaşayan gayrimüslimler lehine ıslahatları gündemine alarak, bu konuda gelebilecek talepleri susturmak istiyordu.

Ama Ruslar, Ermeni Patriği Narses’in verdiği kozu kullanmaya niyetliydiler. Ermeni haklarını savunuyormuş gibi gözükerek, Kuzey Kafkasya ve Doğu Anadolu topraklarını ele geçirme harekâtı başlattılar. Gerçek hedefleri ise, Akdeniz ve Hint Okyanusu’na ulaşabilecekleri bir yol açmaktı. Rusların niyetini sezen İngiltere ve Fransa da boş durmuyor, kendi çıkarlarına uygun stratejiler geliştiriyorlardı.

Aslında, batılı devletlerin bu planı yeni değildi. Daha 1800’lü yılların başında Avrupa’dan gönderilen misyonerler, Ortodoksluğun bir kolu olan Gregoryan Türkiye Ermenileri ile Protestan ve Katolik Ermenileri birbirine düşürmeyi başarmışlardı. Öyle ki, 1820’de Katolik ve Gregoryan Ermeniler arasında çıkan bir tartışma sonucunda, Patrikhane saldırıya uğramış ve patrik canini zor kurtarmıştı. Yapılan tahkikat sonucu yakalanan ve suçlu bulunan Ermenilerden beşi idam edildi ve bazıları da sürgüne gönderildi. Fransa, İngiltere ve Rusya bu olayı siyasî malzeme yapmakta gecikmedi ve konuyu uluslararası zemine taşıdılar.

Avrupa’da Ermeni lobileri oluşturuldu. Batı medyası, Ermeni haklarını savunan yayınlar yapmaya başladılar. İsviçre’de Ermeni milliyetçiler tarafından “çan sesleri” anlamına gelen “Hınçak” komitesi kuruldu ve komite kısa bir süre sonra İngiltere’ye taşındı. İngiltere’nin başlangıçta tanımak istemediği Hınçaklar, 1880’de liberallerin seçimi kazanmalarıyla siyasî kimliklerine kavuştular.

Hınçaklar, ilk hayalî Ermenistan devletini kurdular. Bu hayalî devletin sınırları içinde, Osmanlı’nın “Vilâyât-ı Sitte” adını verdiği, Erzurum, Van, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis bölgesi giriyordu. Bu merkezlere bağlı olan Erzincan, Hakkari, Bingöl, Malatya, Amasya, Tokat, Giresun ve Ordu’nun bir kısmı da hayalî Ermenistan’ın sınırlarına dahildi.

Hınçak komitesi hızla teşkilatlanarak, basta İstanbul olmak üzere Halep ve İzmir gibi büyük merkezlerde şubeler açmaya başladı. Bu arada Ruslar da bölgede kendi emellerine hizmet edecek Taşnak komiteleri oluşturuyorlardı. Fransa ise, Güneydoğu Anadolu’da ekonomik, askerî ve siyasî çıkarları için kullanacağı “Ermeni lejyonları” oluşturmanın hesaplarını yapıyordu.

İLK OLAYLAR

1893 yılında İstanbul’dan Muş vilayetine gelen bir yazıda, vilayet gelirlerinin 500 lira artırılması isteniyordu. Bunun üzerine Muş valisi, bölgeye hemen yeni vergiler koyma yoluna gitti. Ancak Sasun bölgesi Ermenileri, bu karara itiraz ederek, hükümete bir telgrafla müracaatta bulundular.

Hükümet, kararın geri alınması için valiyi uyardı. Vali ise kararın geri alınmasına itiraz edip, bölgenin hassas dengelerini bozacak icraatlara girişti. Ermenilerle Müslümanların arasını açan uygulamalar, bölgeye yerleşmiş Hınçak ve Taşnak komitelerinin ekmeğine yağ sürdü. Ermeni köylerini basıp katliamlar yapmağa başlayan komitacılar, katliamları Türkler yapıyormuş görüntüsü verip isyan başlattılar. Hükümet, olay yerine askerî birlikler gönderip isyanı bastırdı ve valiyi görevden aldı. Ancak Hınçak ve Taşnak komiteleri, olayı Avrupa kamuoyuna taşıyıp, “Türkler Hıristiyanları katlediyor” propagandasına başlamışlardı bile.

Bunun üzerine Osmanlı hükümeti, içinde Fransız ve İngiliz temsilcilerin de bulunduğu bir heyeti bölgeye gönderdi. Heyette bulunan Fransa Dışişleri Bakanı Gabriel Hanotaux, Muş’taki incelemelerin sonucunda, bölgede bir Ermeni sorunu olmadığını; konunun, Berlin Antlaşması’nı istismar etmek isteyen güçlerin provokasyonundan ibaret olduğunu açıklayan bir rapor yazdı.

İSTANBUL AYAKLANMALARI

Fransız temsilcinin aksine, İngiliz Lord Salisbury, İngiltere'nin çıkarları doğrultusunda olayı istismar etmeyi sürdürdü. Bölgede yerel meclisler kurulması ve bu meclislerde Ermeni temsilcilerin de yer alması için Bâb-ı Âli'yi sıkıştırmaya başladı. II. Abdülhamid Han, bunu kabul etmenin gelecekte daha büyük tavizlere yol açacağı endişesiyle, İngiliz temsilcinin isteklerini reddetti.

Bunun üzerine, Ermeni Patriği İzmirliyan, İstanbul’daki Ermenileri ayaklandırdı. 30 Eylül 1895’de yüzlerce Ermeni, Bâb-ı Âli’ye doğru yürüyüşe geçti. Onları engellemek isteyen bir subayı öldürdüler. Olaylara asker ve zaptiye müdahale etmek zorunda kaldı. İstanbul, on gün boyunca olaylarla sarsıldı. Trabzon’daki Ermeniler de İstanbul’daki Ermenileri desteklemek için ayaklanma çıkarmaya kalkıştılar, ama olaylar büyümeden bastırıldı.

İstanbul’daki ikinci bir hadise de tarihlere “Banka Vakası” olarak geçti. 26 Ağustos 1896 günü Osmanlı Bankası, Ermeni tedhişçilerin işgaline uğradı. Patrik İzmirliyan’in görevden alınmasını protesto eden tedhişçiler silahlı baskın düzenleyerek bankayı işgal ettiler. İstekleri yerine getirilmediği taktirde bankayı bombalayacakları tehdidinde bulundular. Bu arada başka bir grup da ellerinde bombalarla Bâb-ı Âli’ye hücum etmiş, sadrazam Halil Rifat Paşayı öldürmeğe çalışmışlardı.

Ermenilerin bu taşkınlıklarına kızan İstanbul halkı da karşı harekete girişince, İstanbul adeta savaş alanına döndü. Çok sayıda insan yaralandı ve öldü. İşyerleri tahrip edildi. İnzibat kuvvetleri, olayları bastırmakta çok güçlük çektiler.

Tedhişçiler, emellerine ulaşmışlardı. Artık fitnenin tohumu atılmıştı. Olayları kışkırtmak için Avrupa’dan getirilen Taşnak komitacılar, bir Fransız vapuru ile İstanbul’dan uzaklaştırılıyorlardı.

Olaylardan kısa bir süre sonra Avrupa devletleri, Troşak-Taşnak cemiyetinin yayınlamış olduğu yedi maddelik bir bildiriyi desteklediklerini açıkladılar. Bildiride, Ermeniler, Doğu Anadolu’da muhtariyet isteklerini dile getiriyorlardı. İstekler, Abdülhamid Han tarafından bir kez daha reddedildi.

ABDÜLHAMİD HAN’A SUİKAST

21 Temmuz 1905’te Ermeniler, isteklerinin önünde önemli bir engel olan ve kendisine “Kızıl Sultan” lakabını taktıkları Abdülhamid Han’ın öldürülmesi için harekete geçtiler.

Taşnak komitesinden Hristofor Mikaeliyan ile kızı Robina ve bir Rus Ermenisi, özel olarak yaptırılmış bir arabanın içine 20 kiloya yakın saatli bomba yerleştirerek, Yıldız’daki Hamidiye Camiinin kapısına yakın yerde pusu kurdular. Bomba, Abdülhamid Han’ın Cuma namazından çıkış saatine ayarlanmıştı.

Saati dolan bomba patlayınca, ortalık savaş alanına döndü. 26 kişi öldü, 58 kişi yaralandı. Fakat, patlama esnasında padişahın, camide, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile sohbet ediyor olması, Ermeni planlarını altüst etti.

Olayın ardından yapılan tahkikat, korkunç bir tabloyu ortaya çıkardı: Bütün kiliseler, birer cephanelik haline getirilmişlerdi.

ADANA OLAYLARI

Tarihimizin en acı ihaneti, şüphesiz İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin, 31 Mart olaylarının ardından Abdülhamid Han'ı iktidardan uzaklaştırmaları oldu. İktidardaki değişikliği fırsat bilen Adana Ermenileri, bağımsız Kilikya Ermenistanı’nı kurmak için piskopos Museg’in Avrupa'dan temin ettiği silahlarla ayaklandılar. Müslüman ahaliyi katletmeğe başladılar. Adanalıların bu katliamlara karşı harekete geçmesiyle, olaylar kanlı çatışmalara dönüştü. Piskopos Museg, İskenderiye’ye kaçtı ve yine propaganda başladı: “Türkler, Ermenileri katlediyor!”

İttihat ve Terakki yönetimi, Adana’da başlattığı tahkikat sonucu Divan-ı Harp kurarak, 50 Türk ve 3 Ermeni’yi idama mahkum edip, Avrupalıların gönlünü almaya çalıştı.

Fakat ne Rusya, ne İngiltere ve ne de Fransa bu idamları yeterli bulmadılar. Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinin isletilmesini ve doğu bölgesinde yabancı müfettişlerin yapacağı ıslah çalışmalarına izin verilmesini sağladılar. I. Dünya Savaşı’nın başlaması, bu tehlikeli uygulamanın faaliyete geçirilmesine engel oldu.

TEHCİR KANUNU

31 Ekim 1914’te Rus orduları, Doğu Anadolu’yu işgale başladılar. Bu işgal sırasında kendilerine en büyük destek ve yardim Ermenilerden geldi. Ermeni tedhişçiler, Kars, Van, Muş, Erzurum gibi şehirlerde kadın-erkek, yaşlı-çocuk demeden Türkleri katliama tabi tutuyorlardı. Binlerce Müslüman, doğudan batıya göçüyor; evini, toprağını, malını-mülkünü bırakıp yollara düşüyorlardı. Kimi yollarda ölüyor, kimi gurbette açlığa, yoksulluğa mahkûm oluyordu. Aileler dağılıyor, analar yavrularını, kardeşler birbirlerini kaybediyorlardı. Göç edemeyenler de işkence edilerek katlediliyordu.

İstanbul hükümeti, Anadolu’yu teröre boğan bu gelişmelere karşı, 24 Nisan’da meşhur tehcir kararını aldı. 16-55 yaş arasındaki bütün Ermeniler, Bağdat demiryolu hattından en az 25 kilometre uzağa, şimdiki Suriye topraklarına göç ettirilecekti.

İngiltere, Fransa ve Rusya’nın emperyalist emelleri, yüzyıllarca barış içinde yaşamış iki toplumu, birbirine düşman etmiş, yollarını ayırmıştı.

Zorunlu göç, Mayıs ayının sonunda, yerel jandarma ve mülkî amirlerin kontrolünde başladı. Hükümet, yayınladığı emirlerle kimsenin zarar görmemesi için talimat verdi. Fakat yapılan iş, lojistik imkânları çok aşıyordu. Sonuç, beklendiği gibi olmadı. Çok sayıda masum insan, yollarda öldü.

Osmanlı hükümeti, mütareke döneminde olaylarda ihmali görülenler hakkında soruşturma açtı. 1397 görevliyi cezalandırıp, 40 kişiyi idama mahkum etti.

Fakat savaş yıllarının acıları içinde alınan bu plansız-programsız uygulamaların doğurduğu sonuç, bir trajediydi. Müsebbipleri Rusya, Fransa, İngiltere ve onların maşaları Taşnak ve Hınçak örgütleriydi.

Batı, bu trajik olayı hâlâ kaşımaya ve kanatmaya devam ediyor. Bir dönem kullandıkları Taşnak ve Hınçak örgütlerinin yerine, daha sonra Asala’yı ve başka birçok örgütü kullandılar.

Emperyalistler, son hareketlerinde daha acımasız bir senaryo ortaya koyarak, Müslüman-Hıristiyan çatışmasının yerine Türk-Kürt kardeş kavgası çıkarmaya çalıştılar. Etnik, mezhepsel ya da daha başka farklılıkları da tahrik etmeye devam edecekler.

Ancak bu oyunların tutmayacağı anlaşılıyor. Çünkü Anadolu insanı, yüzyıllara dayanan ortak bir kültüre sahip. Haçlı saldırıları, Fransız, İngiliz, İtalyan ve Rus işgalleri, bu ortak kültürün savunmasıyla defedilmişti. Maraş’ta, Urfa’da, Antep’te, Erzurum’da, Bitlis’te, Van’da, Sarıkamış’ta, Çanakkale’de omuz omuza savaşan, ortak kaderi paylaşan insanlar, bu inançlı toplumun üyeleriydiler.

Bugün de öyle değil mi?

Muzaffer Taşyürek / Semerkand dergisi, 04/2002

Eski Türkler (Yenileriyle karşılaştırmak acı verebilir) Ne İdik, Ne Olduk





Faziletliydik: Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik.
Dürüsttük: Bir zamanlar, Londra Ticaret Odası'nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Türklerle alışveriş et, yanılmazsın."

İtibarlıydık: Bir zamanlar, Hollanda Ticaret Odası'nın toplantılarında oylar eşit çıkınca, Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.

Temizdik: Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor: "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."

Çevreciydik: Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için, saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.

Harama el sürmezdik: Fransız müellif Motray, 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar, arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir."

Medeni idik: İngiliz sefiri Sir James Porter ise, 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor: "Gerek İstanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."

Dosdoğruyduk: Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: "Haksızlık, murabahacılık [aşırı kâr koyma, tefecilik], inhisarcılık [tekelcilik] ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan, çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."

Hırsızlık nedir bilmezdik: Fransız müellif Dr. Brayer, 1830'ların İstanbul'unu getiriyor önümüze: "Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vakası görülür."

Ubicini, Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor: "Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez."

Naziktik: Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini, yine 1880'lerin "biz"ini anlatıyor bize: "İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi, nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."

Cihana örnektik: Türkiye Seyahatnâmesi'yle meşhur Du Loir'un 1650'lerdeki hükmü şöyle: "Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."

Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu.

Hayata karşı saygılıydık: Bu konuda dilerseniz Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın:
"Türklerdeki iyilik duygusu, hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise, bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir." (Küçük Asya, c. 9)

Hayırseverdik: Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim: "Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin, yolculara, bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."

Aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da ifade etmeliyim ki, bu dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."

Bu tespiti, İslâm ve Türk düşmanı Avukat Guer misallendiriyor: "Türk şefkati, hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar, sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür..."

"Kaçık"lığın kaynağını da veriyor adam: "Birçokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk'e, bir gün, yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: 'Allah'ın rızasını tahsile [kazanmaya] yarar.'"

Ne dersiniz? Galiba, geçmişimizden uzaklaşmak, bize çok pahalıya patladı.

İşte sorulmaya değer ve cevaplanması elzem olan soru: "Bizde, o zaman var olup da bugün olmayan nedir? Nasıl kaybettik? Nasıl buluruz?"