31 Mayıs 2007

KIRAC - Endamin Yeter

KIRAC - GONUL

KIRAC- Bir Garip Ask Bestesi

KIRAC - GIDIYORUM

KIRAC - RAZIYSAN GEL

KIRAC - ZAMAN

30 Mayıs 2007

Edith Piaf - Les Trois Cloches - 1956

Edith Piaf - Milord

Edith Piaf - Non, je ne regrette rien (1961)

Edith Piaf - Hymne à L'Amour

Edith Piaf - La Goualante du Pauvre Jean - 1954

Edith Piaf - Faut Pas Qu'il se Figure - 1959

Edith Piaf - La Foule

Edith Piaf -Padam Padam

1453 İstanbul'un Fethi



53 gün süren kuşatmadan sonra Edirnekapısı'ndan Konstantiniyye'ye giren Fatih Sultan Mehmed, doğruca Ayasofya'ya gidiyor. Tarih bilenlerin toplanmasını emrediyor.Ve Fatih, ...bundan sonra tahtım İstanbuldur diye buyuruyor...
Beş bin ırgatla yüzlerce manda arabası hummalı bir çalışma içinde. Vezirler işçilerle birlikte taş ve kireç taşıyor; mavnalar gece gündüz işliyor. Ve dur durak demeden süren dört buçuk aylık bir çalışmanın sonunda Rumelihisarı Boğaziçi'nde yükseliyor... Tarihler 1450'lere doğru ilerlemede. Yarım yüzyıl sonra Amerika'yı keşfedecek cesur denizciler henüz doğmamış. Baskı harflerinin mucidi Gutenberg, uygarlığın en önemli teknolojisini kurmakla meşgul. Yıllar sonra Haliç ve Boğaziçi'ne köprüler kurmayı önerecek olan Leonardo Da Vinci'nin doğduğu 1452'de Türk padişahının Boğazkesen Hisarı'nı yaptırması ise olsa olsa ilginç bir rastlantıdan ibaret... İstanbul, Roma İmparatorluğu'nun görkemli geleneklerinin sürdürüldüğü bir kent hâlâ, ancak Doğu Hıristiyanlığının bağnazlığına da merkezlik ediyor. Sözgelişi, erkekleri yoldan çıkaran günahkârlar gözüyle bakılan kadınlar, manastırlara kapanmaya zorlanıyor. Çünkü, Türk tehdidinden kurtulmak için mucize; mucizelerin gerçekleşmesi için de günah işlenmemesi gerekiyor! Papazlar, ahaliye, "Türkler saldırırlarsa İsa ile Meryem'in, meleklerden bir orduyla Ayasofya'ya inmelerini boşuna beklemeyin" diyor... Osmanlı Türkmen beylerinin 7'ncisi olan Sultan II. Mehmed henüz yirmili yaşlarının başında. İkinci kez tahta geçtiğinde Bizans İmparatoru XI. Konstantinos Edirne'ye elçiler göndererek padişahlığını kutlamış; anlaşmaların yenilenmesini istemiş... Genç padişah, dileğini yerine getirirken İstanbul'da rehin tutulan Osmanlı soyundan şehzade Orhan'ın ödeneğinin kesilmeyeceğini de bildiriyor. Ancak barış uzun sürmüyor. Konstantinos, 1451 yazında Karaman seferine çıkan padişahı güç durumda bırakmak amacıyla Orhan Çelebi'yi salıvereceğini duyururken, Papa V. Nicolaus da Doğu ve Batı kiliselerinin ittifakını öneriyor. İmparator izlediği bu siyasetle yazgısını da belirlediğini henüz bilmiyor...

Fatih Sultan Mehmed



İlk hükümdarlık tecrübesini 12 yaşında tattı. Bu ilk tecrübesi çok kısa sürse de, 19 yaşında yeniden tahta geçti ve 21 yaşında İstanbul'u fethedip, Osmanlı Devleti'ni bir imparatorluğa dönüştürdü... O artık karaların sultanı ve iki denizin hakanı Fatih Sultan Mehmed idi...
Edirne Sarayı. 575 yıl önce. Çok uzun geçen bir gece. Güneş, dünya denilen bu çileli gezegenin insanlarının yedi günle sınırladığı haftalardan bir diğerine, herhangi bir pazar gününe daha ha doğdu ha doğacak. Karanlık koridorlarda bir koşturma, bir telaş... Gece, en sonunda, tüm karanlığını toplayıp gitmeye yeltenir ve yeni gün, cılız ışıklarıyla, aşabildiği her boşluktan saray duvarlarını aşıp loş koridorları olabildiğince aydınlatma telaşına düşerken, beklenen haber nihayet salınıyor ve fısıltılar halinde kulaktan kulağa yayılıyor. Çok geçmeden fısıltılardan oluşan bir dere çağıldayarak saray duvarlarını aşacak ve önce başkent sokaklarına, sonra da Osmanlı'nın tüm kuytularına, köşelerine minik şehzade dünyaya gözlerini açtı haberini yayacak... O şimdilik, II. Murad'ın üçüncü oğlu olması gibi çok önemli bir istisna dışında, bildiğimiz herhangi bir bebek. Ancak, kimliği üzerine pek de fazla bilgi olmayan Hüma Hatun'un dünyaya getirdiği bu küçük şehzade, büyümekte hiç de gecikmeyecek. 12 yaşında ilk hükümdarlık tecrübesini tadacak. Evet, bir ara hükümdarlıktan uzaklaştırılacak. Ama sonra geri gelecek. Çok yol alacak. Önüne çok büyük hedefler koyacak. Ve bunun için aslında çok da beklemeyecek. Henüz 21 yaşında iken İstanbul'u fethedip, Osmanlı Devleti'ni bir imparatorluğa, imparatorluğun kuruluş dönemini yükselişe, dünyanın ortaçağ olarak adlandırdığı dönemi de yeniçağa dönüştürüp, Osmanlı'nın en büyük hükümdarı diye anılacak ve bundan böyle "Fatih" diye adlandırılacak... Peki, bizler, bürokrasiden saray teşkilatına, maliyeden askeri örgütlenmeye, mimariden eğitime kadar devlet ve sosyal kurumların oluşmasında önemli rol oynayan Fatih'e dair bundan fazla ne biliyoruz? Nasıl bir çocukluk yaşadı örneğin? Nasıl yetiştirildi? Askeri başarılarının ardında yatan, onu, çocuk yaşıyla kıyaslandığında neredeyse boyundan büyük işlere kalkışmaya iten güdü neydi? Tarihin tozlu sayfalarında çocukluk döneminin ilk günlerine, ilk yıllarına dair büyük harflerle düşülmüş yığınla not yok. Öyleyse, en iyisi elimizdeki net bilgilerle yetinmek ve İstanbul'un fethi dışında daha pek çok başarıya da adını yazan bir hükümdarın izinde zaman tünelinde adım adım ilerlemek... Yıl 1443. 30 Mart 1432'de dünyaya gözünü açan küçük şehzade artık 11 yaşında... Gelenek onun için de işletilecek ve Osmanlı geleneklerine göre devlet yönetimini öğrensin diye Manisa'ya sancakbeyi (vali) olarak gönderilecek. 11 yaşında bir çocuk böylesi bir durumda neler hisseder, ne tür duygularla boğuşur? Bunu bilmiyoruz. Ancak, bildiğimiz bir şey var. Çok daha ağır bir sorumluluk biraz ileride onu bekliyor. Ve tarih sayfaları bizlere, Manisa'ya yerleştikten yaklaşık bir yıl sonra -bitip tükenmek bilmeyen savaşlar ve küçük yaşlarında yitirdiği ilk oğlu Ahmed'in ardından büyük oğlu şehzade Alaeddin'in de ölümüyle artık iyice yıpranmış olan- babası II. Murad tahtı bıraktığında, henüz 12 yaşında, Osmanlı padişahı olduğunu söylüyor. Peki bu yaşta bir çocuk, hükümdarlığı nasıl algılar? Bir devleti yöneten kişi olarak görülmek, onun için nasıl bir anlam ifade eder? Tarih, kimsenin merak etmeyeceğini düşündüğünden olsa gerek, duygulara çok az yer veriyor. Bu yüzden çocuk yaştaki hükümdarın ilk iktidarının ilk yıllarındaki duygularını da es geçiyor ve yine iyi bildiğimiz bir yere geliyoruz: 12 yaşındaki hükümdarın bu ilk iktidarı uzun sürmeyecek ve küçük padişah, iktidara sahip olmak isteyen vezir grupları arasında otorite kuramayınca, iki yıllık hükümdarlığının ardından, Veziriazam Çandarlı Halil Paşa'nın bir oldu bittisiyle tahtı babasına terk etmek zorunda kalacak. Ama anlaşılan o ki, II. Mehmed, henüz çok genç yaşta olmasına rağmen oldukça hırslı, kendini hâlâ hükümdar olarak görüyor; Manisa sancakbeyliği sırasında bir hükümdar gibi davranmaya devam ediyor. Kim bilir, belki de daha o yaşta, sadece Osmanlı hanedanının en büyük padişahı olmakla kalmayıp, aynı zamanda III. Roma İmparatoru olarak anılmayı kafasına çoktan koymuş, sabırla günlerin geçmesini bekliyor... 18 Şubat 1451... II. Mehmed 19 yaşında ikinci kez tahta çıkıyor. Artık aklında, bir rüyayı gerçekleştirmek var: İstanbul'u fethetmek...

23 Mayıs 2007

BEN ÖLÜRSEM AKŞAMÜSTÜ ÖLÜRÜM




Ben ölürsem akşamüstü ölürüm


Şehre simsiyah bir kar yağar


Yollar kalbimle örtülür


Parmaklarımın arasından


Gecenin geldiğini görürüm




Ben ölürsem akşamüstü ölürüm


Çocuklar sinemaya gider


Yüzümü bir çiçeğe gömüp


Ağlamak gibi isterim


Derinden bir tren geçer




Ben ölürsem akşamüstü ölürüm


Alıp başımı gitmek isterim


Bir akşam bir kente girerim


Kayısı ağaçları arasından


Gidip denize bakarım


Bir tiyatro seyrederim




Ben ölürsem akşamüstü ölürüm


Uzaktan bir bulut geçer


Karanlık bir çocukluk bulutu


Gerçeküstü bir ressam


Dünyayı değiştirmeye başlar


Kuş sesleri, haykırışlar


Denizin ve kırların


Rengi birdenbire karışır






Sana bir şiir getiririm


Sözler rüyamdan fışkırır


Dünya bölümlere ayrılır


Birinde bir pazar sabahı


Birinde sararmış yapraklar


Birinde bir adam


Her şeye yeniden başlar








22 Mayıs 2007

YÜRÜ BRE YALAN DÜNYA



Yürü bre yalan dünya


Sana konan göçer bir gün


İnsan bir ekine misal


Seni eken biçer bir gün






Ağalar içmesi hoştur


O da züğürtlere güçtür


Can kafeste duran kuştur


Elbet uçar gider bir gün






Aşıklar der ki n'olacak


Bu dünya mamur olacak


Haleb'i Osmanlı alacak


Dağı taşa katar bir gün






Yerimi serin bucağa


Suyumu koyun ocağa


Kafamı alin kucağa


Garip anam ağlar bir gün






Yer yüzünde yeşil yaprak


Yer altında kefen


Yastığımız kara toprak


O da bizi atar bir gün






Bindirirler cansız ata


İndirirler tuta tuta


Var dünyadan yol ahrete


Yelgin gider salın bir gün






Karac'oğlan der


Çok işler gelir başıma


Mezarımın baş taşına


Baykuş konar öter bir gün








ALA GÖZLERİNİ SEVDİĞİM DİLBER


Ala gözlerini sevdiğim dilber
Göster cemalini görmeye geldim

Şeftalini derde derman dediler
Gerçek mi sevdiğim sormaya geldim

Gündüz hayallerim gece düşlerim

Uyandıkça ağlamaya başlarım

Sevdiğim üstünde uçan kuşların

Tutup kanatların kırmaya geldim

Senin aşkların gülmez dediler

Ağlayıp yaşını silmez dediler

Seni bir kez saran ölmez dediler

Gerçek mi efendim sormaya geldim

Senin işin yiyip içmek dediler

Yaren ile konup göçmek dediler

Göğsün cennet koynun uçmak dediler

Hak nasip ederse görmeye geldim

Mail oldum senin ince beline

Canım kurban olsun tatlı diline

Aşık olup senin hüsnün bağına

Kırmızı güllerin dermeye geldim

Karac'oğlan der ki işin doğrusu

Gokte melek yerde huma yavrusu

Söyleyim ben sana sözün doğrusu

Soyunup koynuna girmeye geldim

Karacaoğlan

18 Mayıs 2007

BEETHOVEN

Sami Yusuf - Hasbi Rabbi

A is for Allah by Yusuf Islam (Cat Stevens)

ANGELİNA AKBAR-DARBUKA PİYANO

17 Mayıs 2007

FACES OF IRAN

ANNEM'E

GELİNCİĞİN HÜZNÜ

FARİD FARJAD- DEJAD GİTY

15 Mayıs 2007

Herkes Soyuna Çeker






Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu .Bir gün bunun için tellallar çağırttı "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi .Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu .Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkar biriydi "Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye .Bundan sonra da idare ederiz .Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi .Ama adam kafaya koymuştu .Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi .Bunun için kırk gün izin istedi .Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı .Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu .Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: 'Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk .Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi Padişah buna çok kızdı: "Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı .Adam da her şeyi göze aldığını söyledi .Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu .Birinci vezire sordu: - Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim? - Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım Bu sırada peyda olan, nurani, ak sakallı bir ihtiyar vezirin sözleri üzerine söyle dedi: "Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Padişah ikinci vezirine sordu: - Bu adama ne ceza verelim? - Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine "Küllü şeyin yerciu ila asıhı" dedi Padişah üçüncü vezire sordu: - Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim? - Padişahım bana göre, bu adamı affedin .Size yakışan, sizden beklenen budur .Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil .Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli .Nurani ihtiyar yine söze karıştı: "Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi: - Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir? ihtiyar cevap verdi: - Senin birinci vezirinin babası kasaptı Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bah setti Yani aslını gösterdi İkinci vezirin babası yorgancı idi Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu O da babasına çekti Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker" demektir Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu .





Yapilan iyilik Konusulmamalidir






Vaktiyle bulundugu küçük yerde geçim sikintisi çeken dürüst ve temiz yaratilisli genç bir adam, bir gün memleketine çok uzakta bulunan bir sehir merkezine giderek is bulup çalismaya, kendine yeni bir hayat düzeni kurmaya karar verdi .Bu niyetle vakit kaybetmeden hazirlanip yola koyuldu .Genç adam bu yolculugu sirasinda yorum ve açiklamasi kendisi için imkânsiz olan bir takim olaylarla karsilasti .


Bunlardan biri suydu:


Bazi kimseler bir tarlaya bugday ekiyorlar, ekilen bugdaylar hemen yetisip olgunlasiyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar, sonra bunlari atese verip yakiyorlardi .


Ikinci olarak suna sahit olmustu: Bir adam büyük bir tasi kaldirmaya çalisiyor, kaldiramiyor; ama bu tasa bir tane daha ekleyince kaldirabiliyor, bir üçüncüyü ekleyince daha da rahat kaldirabiliyordu .


Sahit oldugu bir baska olay da su idi: Bir adam bir koyuna binmis, onun üzerine birkaç kisi daha binmis kosturuyorlar, arkalarindan birileri de onlara yetismek için çabaliyor ama yetisemiyorlardi .


Adam bunlarla kafasi karismis bir halde uzun yolculugun nasil geçtigini anlamadan sehrin kapisina geldi .Burada nurani bir ihtiyar kendisini durdurup nereden geldigini, niçin geldigini yolculugun nasil geçtigini sordu .Adam herseyi anlatti ve yolda karsilastigi alisilmamis hadiseleri de serüvenine eklemeyi unutmadi .Bunun üzerine ihtiyar bu genç adama rastladigi olaylari bir bir açikladi:


\"Senin yolda ilk rastladigin bugday ekip hemen hasat eden ve sonra atese verip yakan insanlar, iyilik edip de onu sagda solda konusarak degerini sifira indiren insanlari simgeler


Tas kaldirmaya çalisan kimse de sunu anlatir: Insana ilk isledigi günah agir gelir, onun altinda ezilir .Ama ona tevbe etmeden baska günahlar islemeye devam ederse artik o günahlar ona hafif gelmeye baslar .


Koyun ve ona binenlere gelince, koyun cennet hayvanidir Sirtindakileri cennete tasimaktadir Koyuna ilk defa binen alimlerdir Ondan sonra binenler her siniftan müminlerdir Bunlara yetismek için kosanlar ise inançsizlardir .


4 Mayıs 2007

Bir kapı kapanırsa başka bir kapı açılır





Genç Macar Sanatçı Arpad Sebesy multimilyoner Elmer Kelen in portresini yapmak için görevlendirilmişti. Görev özellikle zordu, çünkü Kelen sadece üç kısa poz vermeye razı olmuştu. Sonuçta, Sebesy portrenin çoğunu ezberden yapmak zorunda kalmıştı.
Kısıtlamalara rağmen, Sebesy portrenin Kelen e yeterince benzediği görüşündeydi.
Ancak, Kelen ayni fikirde değildi. Kibirli milyoner resmin kendisine benzemediğini öne sürerek portrenin parasını ödemeyi reddetti.
Genç ressam resmini yapabilmek için saatlerce titizlikle çalışmıştı, ve birdenbire bunu gösterecek hiç bir şeyi olmadığını fark etti. Milyoner stüdyodan ayrılırken, sanatçı bir ricada bulundu, " Portreyi size benzemediği için
reddettiğiniz belirten bir mektup yazabilir misiniz?" Kelen bu kadar kolay kurtulduğuna sevinerek razı oldu. Aylar sonra, Macar
Sanatçıları Derneği, Budapeşte Güzel Sanatlar Galerisinde sergi açtı. Kelen in telefonu çalmaya başladı. Biraz sonra galeriye geldiğinde Sebesy nin yaptığı portresinin, üzerinde "Bir Hırsızın Portresi" etiketiyle teshir edildiğini
gördü. Mağrur milyoner resmin indirilmesini istedi. Müdür reddedince, Kelen resim kendisini topluma alay konusu edeceği için dava açmakla tehdit etti. Bunun üzerine müdür Kelen in resmin kendisine benzemediği için almayı reddettiğini belirten imzalı mektubunu çıkardı. Milyoner artık resmin parasını ödeyip almaktan başka çare kalmadığını anlamıştı.
Genç sanatçı sadece son gülen olmakla kalmamış, ayni zamanda güçlüğü karlı bir alışverişe dönüşmüştü. Çünkü milyoner resmi almağa kalktığında fiyatının eskisinden on kat daha fazla olduğunu görmüştü. Gördüğünüz gibi, güçlüklere teslim olmayı kabul etmemişti. Bunun yerine öfke ve acıya teslim olmaktansa yaratıcı ve yararlı bir kapı açacak bir yol düşündü.Kısaca ressam değerli bir prensip keşfetmişti :
Yeni fırsatlar bizi genellikle sıkıntılı anlarda ziyaret eder, çünkü bir kapı kapanırsa, başka bir kapı açılır.

2 Mayıs 2007









Herkesin başarıya ulaşma adına kendine göre bazı hedefleri vardır. Hedefler ne olursa olsun onlara götürücü prensipler aynıdır.


İşte onlardan bazıları;



Amacına ulaşmak için gerekli olan her şeyle ilgilen

Amacına ulaşmana yardımcıo olmayacak şeyleri geçici olarak da olsa gereksiz gör

Bütün benliğinle amacına kilitlen

Tembellik yapma

Basit ve manasız zevklerden geçici de olsa vazgeç

Hep aynı şeyler yapmaktan sakın, çünkü sıkılırsın

Düşüncelerini hep, ulaşacağın amaçla ilgili şeylere yönelt

Canın sıkıldığı zaman hemen işinin başına koş

İradesizliğe geçit verme

Amacına ulaşmana engel olabilecek her şeye ilgisiz kal

İraden zayıfladığında, amacına ulaştığında elde edeceklerini düşün

Hatalarına hiçbir zaman kılıf arama

Eksikliklerini sürekli gidermeye çalış

Övgülere kapılıp işlerini aksatma

Övgüye değil yergiye kulak ver

Yergilerden endişelenip paniğe kapılma

Ani ve düşünmeden karar vermekten kaçın

Karar verirken meselenin bütün yönlerini araştır, bilen herkese konuyla ilgili her şeyi sor

Karar verdikten sonra kararından dönme ki kendine güvenin sarsılmasın

Kimsenin önem vermediği vakitleri değerlendir

Mükemmel bir plan yapmaya değil, basit bir planı uygulamaya önem ver

Karşına çıkan zorlukları mutlaka aşacağına inan

Karamsarlığa kapılıp kendi kendini amaçlarından uzaklaştırma

Başarısızlıktan korkma

Mutlaka bir gün başaracağına inan

Önce dinle sonra konuş

Ümitli ol

Sakin ol

Bekle

1 Mayıs 2007




KOŞMA

Seherden uğradım dostun köyüne“
Hoş geldin sevdiğim, in!” dedi bana.
Domurcuk memesin verdi ağzıma,
“Yorgunsun sevdiğim, em!” dedi bana.

Benim yârim gelişinden bellidir,
Ak elleri deste deste güllüdür,
İbrişim kuşaklı ince bellidir
“İnce bellerimi sar!” dedi bana.

Benim yârim bana yalan söylemez.
Söylerse de gıybetimi eylemez.
İl yanında ikrârını söylemez
“İlleri uyut da gel!” dedi bana

Mestine de deli gönül mestine,
Âşık olan gül gönderir dostuna.
Telli mahramasın attı üstüme
“Terlersen sevdiğim, sil!” dedi bana

Karac’oğlan, sırrın kime danışır?
Siyâh zülfü mah yüzüne kıvrışır.
Ayrılanlar elbet bir gün kavuşur“
Ağlama sevdiğim, gül!” dedi bana

Karacaoğlan




Aşkın Aldı Benden Beni

Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni

Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni

Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni

Yunus'dürür benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni



Yunus Emre



Hayat Bana Yalan Söyledi

İlk kez hesaplaşıyorum kendimle...
Tuhaftır kalemi,kâğıdı ve seni
Onca sevmeme rağmen,
Sana ilk kez yazıyorum...

Şimdi sen yoksun, seni düşünmek var.
Çocukkende seni düşünürdüm her gece,
Radyo dinler, şiir yazardım,
Her Çarşamba pazara giderdik annemle,
Babam maaş aldığında baklava yerdik.
Dondurmayı da çok severdik,
Ablam üç top yerdi, ben iki top,
Yalnızca bu yüzden kavga ederdik.

Oysa, oysa hayatımın vaz geçilmeziydi ablam,
Onun da yüzü hiç gülmedi,
Hayırsızın birine kaçıp mahvetti hayatını,
Aklımdan hiç çıkmaz gittiği günkü karanlıklar.

Hüznümü büyüttüm o günden beri, kendimi değil,
Gözlerimde hâlâ bir çocuk ağlar,
Düşlerimi gezdirdiğim bulutlar,
Bir tohumun özlemiydi çiçeğe,
Ve hâlâ kulaklarımda annemin sesi,
Bitirsen şu okulu, bir işe girsen...

Şiirle karın doymadığı doğruydu,
Bak Cemil okudu mühendis oldu,
En güzel kızıyla evlendi Üsküdar’ın,
Evinide aldı arabasını da...

Ben ise bağlama çalardım kendi halimce,
Sesim güzelmiş öyle derlerdi,
Nereden bilirdim,
Hep hüzünlü türküleri söyleyeceğimi?
Hayat bana yalan söyledi.

Mektuplar yazardım Almanya da ki abime,
Okulu bitireceğime söz verirdim,
Masum düşlerimin o en sürgün adasında,
Bakışları uzaklara dalıp giden şarkılar
Ve mevsimsiz solmuş bir çiçek gibi,
Ayaklar altında nasıl ezilirse umut,
Benim de güneşimi işte öyle çaldılar.
Öyle tutsak aldılar sevinçlerimi.

Sensiz geçen ger günü hesabıma yazdılar,
Şimdi öyle uzak ki...
Çay içip simit yediğimiz o günler,
Kardeşine karne hediyesi, uçurtma yaptığım günler
Öyle uzak ki...

Oysa saçaklarda titreyen bir serçenin,
Ekmek tanesine kanat çırpması,
Ve bir anne duası kadar içten sevmiştim seni.
Fener stadında Beşiktaş maçı,
Ve parasızlığımız devam ederken,
Bütün mavilerimi sana vermiştim.
Kaybetmek alnıma yazılmış sanki
Olmadı bir tanem...
Hayat bana yalan söyledi.

Babanın tayini çıkıp ta gittiğiniz o kış,
Yine pençe yaptırmıştık ayakkabılarımıza,
Sana söyleyememiştim ama, işten ayrılmıştı babam,
Kapanmıştı çalıştığı lokanta.

Senet zamanları daha bir çökerdi omuzları,
Ve akşam trenlerinin işçi yorgunluğuyla
Daha bir uzardı raylar.
Sitemlerim bile eğlenmişti hayata,
Öfkeli bir yanardağ isyanlara uyanmıştı,
Üstelik, üstelik sen de yoktun artık,
Oysa, yalnızca sen öpmüştün gözlerimi,
Bir yanı hep eksik kalmış çocukluğumun.

Aslında her insan yenikti hayata,
Ve birazda küskün...
Son trende kaçınca istasyondan,
Öyle kala kalırdık yorgun ve üzgün,
Kendime düşmanlığım bu yüzden,
Hep kendime pişmanlığım...
Şimdi her şeyim yarım,
Fotoğrafının arkasına ne yazdığımı bile çoktan unuttum.

Bir silâhım olsaydı, bir silâhım,
Yoksulluğu şakağından,
Kaybetmeyi kalbinden,
Ve sensizliği alnının tam ortasından vururdum.

Düzmece duygular harcım değildi,
Uzak denizlerin fırtınasıydım,
Karlı dağların kekliği...
Yoksuldum yoksul olmasına ama onurluydum.

Şimdi ne sen varsın, ne o eski sevdalar,
Olsun, üstüme devrilse de bu sağır karanlık,
Akşam olur şairlere gün doğar,
Bir kerecik söyle demiştin, söyleyememiştim hani
İşte şimdi söylüyorum:
Seni seviyorum.

Fatih Kısaparmak

Daha Sira Gelmedi





Sultan Mahmud Sebüktekin (XI. y.yılın ilk yarısı) tarihte ilk Müslüman Türk devletlerinden biri olan Gaznelilerin en büyük ve en dirayetli hükümdarı idi. Tarihte ilk defa "sultan" adını kullanan Gazneli Mahmud Sebüktekin idi. İslam'ı yaymak için Hindistan'a 17 sefer düzenlemiş olan Sultan Mahmud din ve ilim ulularıyla görüşür, hiç erinmeden ziyaretlerine gider, onların tavsiye ve irşadlarına göre kendini ayarlardı.

Birgün vezirleri, kumandanları ile birlikte zamanın tanınmış evliyasından Şeyh Ebu'l-Hasen Harakani'nin ziyaretine gitti. Adamlarından bazıları önce gidip Şeyh'e, hükümdarın kendisini ziyarete gelmekte olduğunu, karşılaması gerektiğini haber verdiler. Şeyh Harakani kös dinlemiş gibi hiç aldırmadı. Yerinden bile kımıldamadı. Hükümdar ve adamları dergahın kapısına kadar geldi. Baş vezir rica etti: "Ey din ulusu, hiç değilse bu değerli hükümdarı odanızın kapısında karşılayın!" Harakani bu kadarını bile yapmadı. Vezir feryad etti. "Ey mübarek insan sen Allah'ın Kur'an'da "Allah'a, Peygambere ve içinizden emir sahibi olanlara itaat edin" buyurduğunu hiç görmedin mi?"

Şeyh Harakani cevap mahiyetindeki şu açıklamada bulundu:

"Biz o sözünü ettiğin Allah emrinin 'Allah'a itaat ediniz' kısmına o kadar daldık ki, henüz peygambere bile sıra gelmedi. Nerde kaldı hükümdara itaat edelim..."

Sultan Mahmud bu açıklama karşısında, Şeyh'in başından beri takındığı tavra zerre kadar kızmadığı gibi, kendi de müritleri arasına katıldı. Yanındakilerle beraber büyük bir saygı göstererek huzurundan ayrıldı.